İt Yangını

Hayvanlar âleminin en çok sevdiğim, hatta tek sevdiğim yaratıklarıydı köpekler. Sınır tanımayan, eşine az rastlanır bir hayranlıktı benimkisi. Henüz küçük bir çocukken,  yaşıtlarımın yanlarına yaklaşmakta tereddüt ettikleri, hatta çoğunun korkudan annelerinin eteklerine sarıldıkları bu hayvanlarla gayet iyi anlaşıyor, o sıralar kavrayamadığım sessiz bir bağ kuruyordum. Türü, boyu posu, huyu suyu ne ve nasıl olursa olsun aldırış etmeksizin yanlarına yaklaştığımda, sanki kendilerindenmişim gibi beni benimsiyor, yüzümü gözümü sevgiyle yalıyorlardı. Onlara olan düşkünlüğüm ve aramızdaki bu garip yakınlık zaman zaman ailemi ve çevremdekileri tedirgin etmiyor değildi. Hatta iki ayaktan fazla ayağa sahip tüm yaratıkların onu korkuttuğu, “Ayy, içimi ürpertiyorlar!” dediği zavallı anneciğimin beni köpeklerden uzaklaştırmak için gösterdiği çabayı yaşamının sonuna dek unutmayacağım. Ama şimdi bunları anlatmak istemiyorum. Ancak annemin tüm çabalarının son derece başarısızlıkla sonuçlandığını bilmenizi isterim.

Çocukluktan ergenliğe geçtiğim dönemlerdeyse bu ilgim farklı bir boyut kazanmaya başlamıştı. Artık onları sadece sevip izlemekle yetinmiyor, onlar hakkında bilimsel birtakım bilgiler toplayıp, kendimce her tür için bir çeşit veri tabanı oluşturuyordum. Yaşları, tüyleri; yaşlarına göre tüylerinin uzama oranı, ölçüsü, dişleri, patileri, iç organları, özellikle solunum ve sindirim organları benim için ciddi bir araştırma-inceleme konusuydu. Teorik yollardan onları tanımaya çalışırken, sınıftan bir arkadaşımın pratikte bir köpek sahibi olduğunu öğrendiğim gün, yaşamımın o gün aldığım kararla tamamen değişeceğinden habersizdim tabii. Bütün gün, arkadaşım köpeğiyle yaptıklarını anlatırken, ben annemi nasıl ikna edeceğimi düşünüp, yalvarıp yakarma provaları yapıyordum. O akşam eve vardığımda derslerimi hızla bitirmiş, annemin eve dönüş saatini iple çekiyordum. Saat 8’i gösterdiğinde, sokak kapısının kuş gibi öten zili de yine aynı ritimle çalıyordu. Olduğum yerden ok gibi fırlayıp kapıya yöneldim. Annem çalışan bir kadındı ve her akşam işten eve yorgun argın ve ille de elinde birkaç poşetle dönerdi. Elindeki poşetleri son derece düşünceli, fedakâr bir oğul olduğumu gösterircesine öyle bir aldım ki, annemin şaşkın bakışlarının dudaklarının arasına yansımasına izin vermeden bir çırpıda mutfağa bıraktım. Kısa süren rutin günlük hatır sormalardan sonra, ona bir köpek istediğimi söylediğimde, “Ne?!” diye savurduğu haykırışı hâlâ kulaklarımda. Bu andan itibaren evde günlerce süren istek-red maratonundan zaferle çıktığım gün, soluğu Mısır Çarşısı’ndaki köpek satan dükkânların birinde aldım. Çeşit çeşit türlere sahip köpeklerden bir tanesini satın alıp eve getirdiğim gün dünyanın en mutlu insanıydım. Koyu kahverengi tüylere sahip, kulakları başının iki yanından aşağıya doğru sarkık, biraz irice olan bu hayvan bir yaratılış harikasıydı. O günden sonra derslerimin dışında artık bütün zamanımı köpeğimle geçiriyor, oyunlar oynuyor, bir yandan da bilimsel çalışmalarımı onunla yaptığım deneysel birtakım yöntemlerle geliştiriyordum.

Böylece oluşturduğum veri tabanına her gün yeni bilgiler ekliyordum. Ancak yolunda gitmeyen şeyler de vardı ki, bu beni son derece endişelendiriyordu. Köpeğim kendisine ayrılan yere işemektense, evin herhangi bir bölümüne dışkısını bırakmayı tercih ediyor, bu da annemi çileden çıkartıyordu. Bu konuda ikisinin arasında kalmıştım ve var gücümle köpeğe nereye işemesi gerektiğini öğretmeye çalışıyordum. Bir müddet sonra sırf bu yüzden deneysel çalışmalarımı bu alana kaydırıp, sadece bu konuyla ilgili çalışmalarım ve çabalarım olduysa da, başarılı olamadım. Köpek ısrarla eylemine devam ediyordu. Ve bir gün annem otoritesini devreye sokarak köpeğin evden derhal gitmesini emretti. Tüm yalvarmalarım boşunaydı biliyordum ama yine de denedim. Ancak mahallemizdeki kuşçu dükkânının sahibi Osman Amca’nın Çatalca’daki çiftlik evine yaka paça gönderilmesine engel olamadım. Annemle aramızdaki soğuk savaş sürecinin başladığı günlerdi o günler. Sonradan şiddetini zaman zaman sert bir biçimde birbirimize hissettireceğimiz bir savaştı bu. Lise son sınıftaydım ve o günden sonra dersleri boşvermiştim. Okula da gitmiyordum. Bütün günümü odamda, köpeğimden arta kalan anılar ve topladığım bilgilerle geçiriyordum. Müdür, çalıştığı işyerini arayıp devamsızlığımı, böyle giderse okuldan atılma riskimin olduğunu söylediği gün, annem savaşın ilk darbesini almıştı. Onun tüm baskılarına, zorlamalarına rağmen okula gitmemekte devam ettim. Bir süre sonra mevcut verilere yenilerini ekleyerek çalışmalarıma hız verdim. Artık bütün zamanımı köpekler ve onlarla ilgili çalışmalarım alıyordu. Sokaklarda, parklarda gördüğüm bu yaratıkları büyük bir ciddiyetle izliyor, notlar alıyor, evde aldığım notları, kitaplardan okuduklarımla karşılaştırıp, benzerlikleri, karşıtlıkları eşleştirip bir sentez oluşturuyordum. Elimdeki veriler neredeyse bir ansiklopedi olabilecek kadar dökümanla doluydu. Ancak bunlar beni tatmin etmiyor, her geçen gün bir şeylerin eksikliğini duyuyordum. Ne olduğunu çözemediğim bu şey beni rahatsız ediyor, uykularımı kaçırıyordu.

Bu arada aramızda yaşanan savaşta annem de cephesini oluşturmuştu. Okuldan atıldığım gün, “Öğrenimine devam etmek istemiyorsun. Bu durumda bir işe girip çalışmak zorundasın. Evin geçimine katkıda bulunarak, yükümü hafifletmelisin!” diyerek stratejisini uyguladı. Bir işte çalışmaya hiç niyetim olmadığını, böyle bir şey yapmayacağımı söylediğimde tavrım çok netti. Aynı netlikle karşılık geldi, “O halde benden beş kuruş dahi harçlık alamazsın. Ne yaparsan yap ama sakın benden para dilenme.” İkimiz de kartlarımızı açık oynuyorduk. Kaçak güreşmek ne ona, ne de bana göre değildi zaten. Bundan sonra beni daha zor günler bekliyordu. Artık parasızdım. Ama bunu çok fazla dert etmemeye çalışıyordum. Çünkü beni rahatsız eden o bir şeyleri hâlâ çözememiştim; şimdi bununla ilgilenmeliydim. Bir öğleden sonra pencereden dışarıyı seyrederken, bir sokak köpeğinin kaldırımın kenarına işediğini gördüğümde, işte o an sıkıntımın ne olduğunu çözdüm. Onları daha iyi anlayabilmek, tanıyabilmek için bir köpek gibi yaşamalıydım. Evet, bir köpek olarak yaşarsam çok daha elle tutulur bilgiler edinebilirdim. Bir köpeğin patileri arasında tuttuğu kemiği yalarken aldığı damak tadını hissetmek, sokakta, caddede bir ayağını kaldırarak, kimseyi umursamadan işerken takındığı o pervasızca tavrı duyumsamak, dişi bir köpekle çiftleşirken yaşadığı o hazzı almak nasıl bir şeydi?.. Kâğıt üzerinde yazılı çizili bir sürü bilgi vardı. Ama benim için bunları yaşamadıktan sonra bilgi sahibi olmanın hiçbir önemi yoktu. Bütün bunları ancak bir köpek olarak yaşarsam anlayabilirdim. İşte o zaman tam anlamıyla bilgi ve fikir sahibi olabilirdim. Tatminsizliğimin sırrı buydu, kafamda yanıtlayamadığım soruların cevabı bu gerçekte gizliydi. Bir köpek olmalıydım. Bu fikrin beynimde bir şimşek gibi çaktığı o günden sonra –ki Kafka’nın Dönüşümü’nden etkilendiğimi düşünmeyin– Tanrı’ya yalvarmaya başladım. Bir günlüğüne bir köpek olarak soluk alıp vermem için yalvardım. Sadece bir yirmi dört saat. Bu kadarı yeterliydi. Üstelik Tanrı için bu zor olmasa gerekti. Her şeyi yaratan, yaratıcılık dehası olan onun için bu halledilemeyecek bir sorun değildi. Bunu yapabilirdi.

Günlerce Tanrı’ya niteliğine yönelik çeşitli sıfatlar yükleyerek yaptığım –yalakalık da diyebilirim– yakarışlarım bir sabah karşılığını buldu. O sabah gözlerimi açtığımda, kıllı bir beden olarak yatağımda yüzüstü yatar vaziyetteydim. Gözlerime inanamıyordum tamamen bir köpek bedenine sahiptim. Yataktan inip aynanın karşısında kendimi izlemeye başladım. Evet Tanrı varlığını bir kez daha kanıtlamak istercesine tüm maharetini gözlerimin önüne sermişti. Ona ne kadar teşekkür etsem azdı, o yüzden etmedim. Kendimi uzun uzun aynanın karşısında seyrettikten sonra artık sokaklara çıkıp, yaşayıp hissetmek istediğim her şeyi denemeli, bir köpek olarak o günü doya doya yaşamalıydım. Sokak kapısını açmakta epeyce güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim. Bir hayli zorlandıktan sonra kapı kolunu nihayet kavrayıp aşağı doğru patilerimle bastırıp açtığımda içimden “işte bu kadar” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Merdivenlerden inip, dış kapının önüne gelişim kolay olmuştu. Artık sokaklara, caddelere açılmalıydım. Önce kahvaltı yapmalıydım. Bunun için de kendime bir kemik bulmam gerekiyordu. Evimizin bulunduğu sokağın sonu caddeye açılıyordu. Cadde boyunca sıradan esnaf lokantalarının çöplerini karıştırırsam belki bir parça kemik bulabilirdim. Gördüğüm her çöp birikintisini karıştırıp sonunda kendime güzel bir kemik bulmayı başardım. Kemiği patilerimin arasına almakta hiç güçlük çekmedim. Onu her yalayıp kemirişimde damağımdaki tat hiç fena değildi doğrusu. Çok sevdiğim kabak musakkayı yerken duyduğum bir zevkle kemiriyordum kemiği. Üstelik yavaş yavaş bir doygunluk hissi belirmeye başlamıştı.

Bu harika bir öngelişmeydi. Sanırım her şey düşündüğüm gibi devam edecekti. Karnımı doyurduktan sonra kaldırımda ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Beni görünce korkan çocuklar neyse de, sağımdaki solumdaki kimi yetişkinlerin, hele erkeklerin benden ürküp bana bakmamaya özen göstererek yanımdan korkak adımlarla süzülüşleri beni çok eğlendiriyordu. Dört yol ağzına geldiğimde, çişim de gelmişti. Caddenin bu bölümü çişimi yapmak için en uygun yerdi. Bir sürü insanın ve arabanın bulunduğu bu noktada o pervasız tavrı takınarak işeyebilir, bunun da tadını çıkarabilirdim. Ortalığı şöyle bir gözden geçirdikten sonra kaldırıma eşit aralıklarla dikili cılız ağaçlardan bir tanesinin dibini gözüme kestirdim. Kendimden emin adımlarla ağaca yöneldim. Toprak zemine patilerim temas ettiğinde artık yerimi almıştım. Ayağımı kaldırıp çişimi yaparken, etrafa karşı son derece umarsız, dikkatimi yaptığım eyleme verdim. Ancak bir yerde hata yaptığımı hemen fark ettim. Köpekler çişlerini yapmadan evvel koklardı. Bu tamamen onlar için içgüdüsel bir tavırdı. Oysa ben koklama gereği duymadan yapıvermiştim. Fakat bunun üzerinde de çok fazla durmak istemedim. Ne de olsa sadece yirmi dört saatim vardı ve bunu iyi değerlendirmeliydim. Ufak tefek ayrıntıları ertesi gün düşünmesi için insan-ben’e bırakıp parka geçtim. Günün o saatinde pek dolu olmayan parkta, birkaç yaşlı adamla, benden biraz daha irice iki köpekten başka kimse yoktu. Onlara doğru yol aldığım sırada heyecanlıydım. Beni fark ettiklerinde, ben de şimdi onların yanındaydım. Gözlerimiz birbiriyle kesiştiğinde iletişimin ilk adımını da atmış olduk. Şimdi üçümüz birlikte parkta serseri üç genç gibi dolaşıyor, ara ara birimizin durup eşelediği toprağa, diğerlerimiz de dönüp dikkat kesiyor, sonra yine sağlı sollu gezintilerimize devam ediyorduk. Bir ara parkın kapısından içeriye bir gölge gibi süzülerek başka bir köpek daha geldi. Bir dişiydi. Yanımdaki arkadaşlarım onu görür görmez, hemen ona doğru havlayarak koşmaya başladılar. Ben de bir anlık duraksamadan sonra arkalarından koşup yanlarında bitiverdim. Sahip olduğum bilgilerden yola çıkarak köpeklerin çiftleşme zamanın henüz gelmediğini, bunun için daha iki aylık bir süre olduğunu biliyordum.

Dolayısıyla gelen dişi köpeği izleyip onunla sıradan bir arkadaş olmaktan başka çarem yoktu. O günümü akşama kadar bu üç köpeğin peşinde geçirdim. Bütün gün biraradaydık. Zaman zaman çöpleri karıştırıp, yiyecek artıklarını kokluyor, hoşumuza giden yemek çöplerini önce yalıyor, ardından iştahla yiyorduk. Sonra yine parkta yaptığımız gibi serseri gezintilerimize devam ediyor, arada bir tenha bulduğumuz bir köşeye serilip yatıyorduk. Akşamın kendini geceyarısına bıraktığı saatlerde, evimizin iki sokak arkasındaki sokağın en gösterişli evinin bahçe duvarının dibinde ben yorgun ve ürkek adımlarla volta atarken, onlar uykuya çekilmişlerdi. Bense yorgun olmama rağmen bir türlü uyuyamıyordum. Korkuyordum. Bir köpek olarak gecenin o saatinde korkmamam gerektiğini bildiğim halde yine de korkuyor, bundan kendimi alamıyordum. Bir tuhaflık olduğunu sezinliyordum. Sabah koklamadan çişimi yapışımla şu an ki korkum bir köpeğe özgü ruh hali değildi. Bütün gece gözümü kırpmadım. Sabaha karşı gün daha ışımadan arkadaşlarımın yanından ayrılıp evimizin önüne geldim. Birazdan yirmi dört saatim dolacaktı. İnsan bedenime geri döner dönmez önce iyi bir uyku çekmeyi düşünüyordum. Kendime geldikten sonra da oturup bütün gün edindiğim izlenimleri, deneyimlerimi kâğıda aktarırdım nasıl olsa.

Günün ışıkları sokağa yansıyıp ortalık aydınlandığında yirmi dört saatim dolmuştu, artık bedenime geri dönmek için sabırsızlanıyordum. Dönüşümümün bodrumda olması gerekiyordu. Bunu kimse görmemeliydi. Karanlık, rutubet kokulu bu mekânda uzun bir bekleyiş başladı benim için. Yukardan gelen ayak seslerinden, hareketlilikten anladığım kadarıyla artık gün işlev kazanmaya başlamıştı. İnsanlar işlerine, okuluna, ait olmaları gereken yerlere gidip geliyor, bense hâlâ kıllı bir bedenle, köpek homurdanışlarıyla bodrumun en izbe köşesinde bir insana dönüşmeyi bekliyordum. O gün ve bütün geceki bekleyişlerim faydasızdı. Dönüşümüm gerçekleşmiyor, paniğim her geçen dakika biraz daha artıyordu. Ertesi sabah sokağa çıkmaya karar verdim. Acıkmıştım. Yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu. Bir önceki gün yaptığım gibi yine lokantaların çöplüklerini karıştırmaya başladım. Bir kemik ya da yemek artığı ne olursa olsun bir şeyler yemeliydim. İnsan-ben’in de açlığa hiç tahammülü olmadığını düşündüm. Karnımı doyurduktan sonra çişimi yapmak için uygun bir yer bulmaya çalıştım. Önceki gün yaptığım yere yapamazdım. Orası çok kalabalıktı. Dün, farklı bir deneyimin verdiği coşkuyla aldırış etmeksizin yapmıştım ama bugün utanıyordum. Kuytu bir yer seçmeliydim. Bunun için en uygun yer parktı. Oraya doğru hızla yol aldım. Çevreyi şöyle bir taradıktan sonra, parkın bitimindeki duvar dibinin bu iş için uygun olduğuna karar verdim. Eylemime başlamadan önce durup tekrar ortalığı süzdükten sonra nihayet işeyebildim. Rahatlamıştım. Fakat dönüşümün gerçekleşmemesinden dolayı huzursuzdum, yaşadığım birkaç tuhaflıkta kafama takılıyordu. Yolunda gitmeyen bir sürü şey vardı. Neden insan bedenime geri dönemiyordum? Neden bir köpeğin içgüdüsel olarak yaptığı şeyleri ben aynı içgüdülere sahip olarak yapamıyordum? Bütün bunları düşünerek sokaklarda dalgın adımlarla yürüdüm durdum.

Belki birazdan, belki akşam, belki yarın sabah dönüşüm gerçekleşir diye beklerken günler gelip geçiyordu. Her geçen gün biraz daha ümitsizliğe kapılıyor, korkuyordum. Yaşamımın bundan sonraki kısmını bir köpek olarak geçirmek düşüncesi beni korkutuyordu. Köpek olduğum o ilk günkü sevincim, coşkum yerini paniğe ve üzüntüye bırakmıştı. Ancak beklemekten başka çarem yoktu. Aradan iki ay geçtiğini bedenimdeki değişikliklerden anlamıştım. Cinsel organım çiftleşme zamanımın geldiğini hatırlatırcasına pozisyonunu almış beni rahatsız ediyordu. Kendime bir dişi bulup bunu yaşamalıydım. Bu yeni edineceğim tecrübe beni biraz heyecanlandırsa da yine de hayatımdan memnun değildim. Neyse ki kendime bir dişi bulmam güç olmadı. Bir gün evimizin bulunduğu sokakta karşıma çıkıverdi. Yaşadığım bu ilk deneyimim sadece cinsel organımın rahatlayıp eski formuna dönüşmesiyle sonuçlandı. Hiçbir haz vermediği gibi biraz zorlandım da açıkçası. Hatta içimin bulandığını hissettim. Neyse ki çiftleşme dönemleri yılda bir tekrarlanıyordu ve seneye nasıl olsa insan bedenime geri dönerdim.

 

Ancak köpeğe dönüştüğümden bu yana iki yıl geçti ve artık ümitsizim.

Yaşamım bir köpek olarak sonlanacak. Bir belediye zabıtasının elindeki zehir dolu iğneyi hunharca baldırıma batırmasıyla ya da ölüm nedenim belirsiz, kaldırımın köşesinde bir leş olarak can vereceğim. Ölmek neyse de, çok özlediğim anneme bir daha sımsıkı sarılıp yanaklarından öpemeyeceğim gerçeği beni çıldırtıyor. Annemi, evimizi, arkadaşlarımı çok özledim. Aslında annemi her gün görüyorum. Her sabah ve akşam, sokağın, beni görüp de korkmaması için gizlendiğim köşesinde durup onu izliyorum. Bu arada mahalledekilerin hakkımda çıkarttıkları dedikoduları da duyuyor, annem için çok endişeleniyorum. Söylendiğine göre, “Zavallı kadıncağızın it delisi oğlu, okuldan atıldıktan sonra iyice itlere takmış kafayı, tabii sonunda da taktığı kafayı yiyip evden kaçmış. Kadının onu aramak için yapmadığı kalmamış. Ama nafile. Oğlanın esamesi yokmuş ortada. Şimdi talihsiz kadın sinir tedavisi görüyormuş. Eee kolaymıymış, ne olursan ol, evlat bu, deli meli, ilelebet yürek yanığı bırakmış anacığında.” Bunları duydukça kahroluyorum. Ama yapabileceğim hiçbir şey yok. Elimden bir şey gelmiyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi arka sokakta oturan, bana orada tek sevgi gösteren, artık yiyecekler verip karnımı doyuran o yeşil gözlü kıza da âşık oldum. İnsanken aklım hep köpeklerde olduğu için, kızlarla hiç ilgilenmemiştim. Oysa yakışıklı sayılırdım. Okulda pek çok kızın bana hayran olduğunu arkadaşlarımdan duyar ama umursamazdım. O zamanlar karşı cinse yönelik yaşamadığım duyguları şimdi yaşıyor, Tanrı’ya bir köpeğe dönüşmek için yakardığım günler adına kendime lanetler yağdırıyorum, sanki yeterince lanetlenmemişim gibi. Evet lanetlendim, Tanrı’nın gazabına uğradım. Bu durumumu dünyevi hiçbir sebep açıklayamaz elbette. Yalakalıklarla dolu o yakarışlardan sonra Tanrı’nın bana, “Sana bir değer vererek yeryüzüne gönderdim. Ancak bununla yetinmedin. Verdiğimi beğenmeyip, başka biçimlere özendin. Senin bu yaptığın nankörlüktür ve cezasını çekeceksin!” dediğini duyar gibi oluyorum. Daha da kötüsü bedenim bir köpek bedenine aitken, ruhum hâlâ insan ruhu taşıyor. Üstelik cins bir hayvan değil de, sıradan bir sokak köpeği olmak da gururumu incitiyor.

İki yıldır, Tanrı’nın lanetlediği, bedenen köpek ama ruhen insan ve hatta kendinden farklı bir canlıya âşık bir sokak köpeği olarak soluk alıp vermeye devam ediyorum. Bu arada bunları size kim mi anlatıyor? Tabii ki ruhum. Bense sadece havlıyorum…

Yiyemediniz bi koca ekmeği

“Yiyemediniz bi koca ekmeği, talihsiz yavrularım benim. Ahh ahh!”

Neydi ki koca ekmeği, nasıl bir şeydi; tatlı mı, tuzlu mu, ekşi mi, bilmiyordum ki.

Demişti ya zaten annem; yiyememiştik koca ekmeği. Talihsizdik biz.

Etrafta vardı koca ekmeği yiyenler, tanıyordum, biliyordum hayatlarını. Ekmeklerinin tadına bakmak için de özellikle otururdum sofralarına. Yerdim yerdim de yine de aynıydı tadı. Derdim böyle içimden ama bilirdim aslında aradaki farkı, belki de yanlış bilirdim. Bilmiyorum ki. Talihsizdik biz. Aradaki farkı anlayamayacak ya da anlayıp da kendimizi aptal yerine koyup dalga geçecek kadar talihsizdik biz.

Onlar her sabah evlerinden çıkıp her akşam evlerine dönmek zorunda olmayan, iş ve işçilikten bihaber keyiflerince gününü geçirenlerdi. Günboyu eş dost ziyareti, alışveriş merkezleri, çarşı pazar gezen, akşam niyeyse inatla işçilerle birlikte mesai saati bitiminde evlerine dönenlerdi. Onlar talihliydi, talihli olanlardı. Bizse talihsiz.

Yemek yapmayı bilirdik, sevmesek de bilirdik. Yapınca da güzel yapardık. Ev işleri, çamaşır, bulaşık bize aitti. Bizim yardımcı kadınlarımız, haftalık temizlikçilerimiz yoktu. O yüzden evin bütün işlerini biz görürdük. Talihsizdik. Dikiş nakış pek bilmezdik, ancak kopan düğmeyi yerine dikecek kadar. Ama ziyanı yok, nasılsa her şeyin hazırı var, tekstil ilerlemiş memlekette, biçki dikişe ne hacet. Böyle derdik ama hazırından her zaman her beğendiğimizi almaya da çok paramız olmazdı. Talihsizdik.

Modern dünyanın çalışan kadınlarındandık. Ekonomik özgürlüğü olanlardan. Feministler kıçlarını yırtar ya hani bu özgürlük adına. Sosyologlar, uzmanlar, ekonomistler hep bundan bahseder. Bütün inceleme-araştırma metinlerinde, tezlerde adı geçerdi bu özgürlüğün. Ama işte sadece oralarda ve o saygın bilim insanlarının dilindeydi o özgürlük. Kazandığın parayı dilediğince savurup harcayamadıktan sonra nesi özgürlüktü ki bunun? Neresindeydi özgürlük? O hiç konuşulmaz, bilinmezdi. Kelepçeli ellerinle demir parmaklıkların arasından biraz ötende duran anahtara erişme çabasıydı aslında bizim sahip olduğumuz ekonomik özgürlük. Debelene debelene uzanmaya çalışsak da bir türlü ulaşamazdık anahtara. Olduğumuz yerde olanımızla yaşama çabasıydı bizimkisi sadece. Ama kitaplarda bunun adı ekonomik özgürlüktü; inanır gibi yapar avunurduk. Talihsizdik biz.

Çocuklarımız vardı. Yaptığımız saçma evliliklerden dünyaya gelen güzel kız çocukları. Evlat sahibi olmak büyük zenginlik ve bir o kadar da sorumluluk verirdi insana, farkındaydık. Saçma evliliğimizin tek kârı kızlarımızı iyi yetiştirmek isterdik; “Dürüst olun, yalan söylemeyin, saygılı olun, hakkınızı doğru yoldan arayın, arsızlık etmeyin, derslerinize iyi çalışın, akıllı davranın, adam olun, adam gibi hayatlar kurun ve evlenmeyin. Evlenmeyin çünkü evlenseniz de zaten koca ekmeği yiyemezsiniz. Yiyemezsiniz çünkü bizim genlerimizde böyle bir işleyiş yok. Böyle bir işleyiş yok çünkü hücrelerimiz böyle kodlanmamış.  Kodlanmamış çünkü biz talihsiziz.” Böyle yetiştirdik onları. Pek akıllı anneler değildik ama aptal da sayılmazdık; en azından biliyorduk, talihsizdik.

Eksiktik. Eksik etek değil, bildiğin eksiktik. Uzuvlarımız tamdı ama onları paylaşacak  kimsemiz yoktu. Eksiktik, erkeksizdik. Ruhumuzun da uzuvlarımızdan farkı yoktu. Ağrı eşiğimiz yüksek, haz duygumuz düşüktü. Dengesizdik, eksiktik, basbayağı talihsizdik.

Laflaf

örtülü özne bile olmaya razıyken, belirtisiz nesne olarak kaldım cümlelerinde, kabaca “ne?” diye haykırdığın…

***

ve dedim ki, bendeki acı çekebilme kabiliyetimden dolayı inandığınız her ne varsa binlerce kere şükredin. Bende bu kabiliyet oldukça sakın kendinizi erk sahibi bir halt sanmayın.

***

Dilimin ucundan atlayarak intihar etti kelimeler!

***

Sürekli yumuşak ünsüzlerim, sürekli sert ünsüzlerle bir gün fena halde kapışacak; ortalık ünlem kıyameti yaşayacak.

***

çoktanrılı dinler gibisin. çok ama çok karışıksın…

***

içsel fukaralığınla populasyon’da takılısın. “tür” olmayı başardığında, tekrar konuşalım…

***

harfleri birleştirip adam gibi bir kelime olmayı başaramamış, hecesiz, köhne bir çizgi gibiyim…

***

sixpack hiçbir şeydir. zeka ve doğru kullanımı ise her şey. o halde özet; biscolata erkekleri bir halt değildir…

***

1 saray odası alana 1 saray odası bedava!, çok özel hayatlar için çok özel evler! seni pislik kapitalizm seni, iyice arsızlaştın…

***

ilahi adalet, ilahi adaletsizsin…

 

***

temiz hava artık kutularda. tatlı su rezervleri tükenmek üzere. gıda gıdasız. off fantastik filmlere döndü yaşam.

***

valentinus’un kafası uçuruldu. esther kart gönderdi ve tüketmek adına gaza geldik: “sevgililer günü”. özet geçtim aslında dahası var…

***

şehirlerarası yollardaki ıssız ve tekinsiz benzin istasyonu olmayı çok diler oldum. avm koridorlarından beterim.

***

afilli laflar mı etmek istiyorsun?.. “aşk” de, etkilenebilirim…

***

böbrek taşı gibiyim, bir düşsem cümlealem rahatlayacak.

***

ilgiye mi ihtiyacın var?! kendine bir -ki eki satın alıver. çok yoruldum!!!

***

dahi anlamındaki “de, da” ekiyim sanki. hep ayrık, hep ayrı…

***

“karmaşık sayılar”a döndüm. gerçek’le sanal arası gel-git’lerim…

***

Çamurla karışıp yuvarlanmış, bundan mütevellit kişilik bölünmesi yaşayan bir kartopu gibisin…

YOL BOYUNCA

Bugün bana eşlik etmenize çok sevindim, size bir öykü anlatacağım, birazdan; ama önce son hazırlıklarımı da bitirmem lazım. Bir saat sonrasına randevum var, yol boyunca da öykümü anlatırım; keyifli olur, tek başıma çok canım sıkılıyor. Ben anlatırım siz dinlersiniz. Şu spor ayakkabılarımı da giydikten sonra hazır sayılırım, kapımı kilitleyip kendimi sokağa bırakabilirim. Dışarıda yağışlı bir hava var. Bu havada spor ayakkabılar da uygun düşmez ama neyse, şimdi bunu düşünecek halde değilim, zaten çok vaktim yok. Tamam oldu işte, deliğe soktuğum metal parçasını da iki kez döndürdükten sonra artık kendimi sokağa atma zamanı geldi demektir. Bugün size müthiş bir öykü anlatacağım, dediğim gibi birazdan.

Yağmur çiseliyor. Yanımda şemsiye yok. Hem aslında çok biçimsiz bulduğum o nesneyi kullanmayı da hiç sevmem. Açıp kullansan bir dert, sağını solunu sıvazlayıp kapattıktan sonra kolunun altına sıkıştırıp taşısan başka bir dert. Sinir bozucu bir eşyadır sizin anlayacağınız. Bu yüzden yağışlı havalarda kolay kolay şemsiye kullanmam. Zaten doğru düzgün kullanabileceğim bir şemsiyem de pek olmadı. Gider ucuzundan alırım; onun da birkaç kullanımda telleri yerinden çıkar, bir tarafı yukarı, bir tarafı aşağıya doğru eğrilir büğrülür, beni deli eder. Küçücük deliklerinden fırlamış teller her an benim ya da bir başkasının gözüne batacak şekilde sallanır durur. Çıkan telleri ait oldukları oyuklara sokuşturup, sabırla bir süre daha kullanmaya çalışırım. Fakat sonunda ne şemsiyenin sabrı kalır ne de benim. İkimiz de zıvanadan çıkarız! İşte öyle anlarda o şekilsiz aleti bizim sokağın başındaki konteynıra öyle bir fırlatıp atarım ki, bu bana inanılmaz bir keyif verir. Şemsiyeyle hukukumuz böyle sürüp gitmiştir yıllarca.

Kısacası, ne saygın bir şemsiyeye sahip olabildim ne de saygın bir şemsiye kullanıcısı olmayı başarabildim. Neyse birazdan size bir öykü anlatacağım, müthiş bir şey!

 

Sadece Panik

Dışarı çıkıp insanların, araçların arasına karışmak çıldırtıyor beni, yüreğim sıkışıyor. Yoo panik atak değilim. Benimki daha çok panik kısmıyla ilgili. Sürekli yetişmem gereken yerler, aciliyeti olan işler ve bütün bunlara karşılık hep çok az zamanım vardır. Hal böyle olunca da kendimi sokağa attığım ilk saniyeden itibaren koşuşturma eylemini gerçek anlamda uygulamak zorundayım. İşte panik kısmı burada ortaya çıkıyor. Etrafımda benden başka kimsenin koşturmayıp ağır aksak yürüdüğünü, hatta salındığını gördüğümde ise çıldırma evresine ulaşmış oluyorum. Ha bu arada, size birazdan bir öykü anlatacağım, unutturmayın bana!

Benim dışımda tüm insanlığın bu denli rahat oluşundan dolayı çıldırınca da her seferinde yolda kendi kendime söylenmeye başlıyorum. Hayır, akıl ve ruh sağlığım yerinde tabii ki. En azından henüz bununla ilgili yetkili merciler tarafından verilmiş bir raporum yok. Kimbilir belki de öyleyimdir; ama her neyse, bundan size ne? Hem birazdan size bir öykü anlatacağım, çok heyecanlı!

 

Trenlerimiz

Nihayet banliyö istasyonuna gelebildik. Gördünüz değil mi, insanlar ne kadar rahat, nasıl da sağımda solumda kuğu gibi süzülüyorlar? Neyse, evet işte istasyon ve onların müstesna aygıtları; trenler! Yeryüzünün en ilkel iki aracı hangileridir biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz tabii, durun söyleyeyim; birincisi Nuh’un Gemisi, ikincisi ise bizim banliyö hatlarının vefalı, hurda yığını araçları: trenlerimiz. Evet, şaka yapmıyorum, gülmeyin, tamam bu beni de güldürmüyor değil ama böyle bir saptamaya varmaktan da kendimi alıkoyamıyorum.

Siz hiç onlardan bir tanesine bindiniz mi? Gülümsemenizden bunu hiç denemediğinizi tahmin etmiştim; bu durumda onları size anlatmak biraz güç olacak.

Hem ben size öykü anlatacağım birazdan, şimdi trenlerle vakit kaybetmeyelim; ama önce şu koltuklardan birine oturmak istiyorum, buraya ulaşana kadar nasıl koşuşturduğumu gördünüz, doğrusu çok yoruldum. Hay Allah, karşı koltukta kucağında küçük çocuğuyla oturan kadın, eski bir arkadaşıma ne çok benziyor böyle, onun dişisi sanki. Yaradan, kâinatta her şeyi çift yaratmıştır, denir; bu kadın da arkadaşımın diğer çifti galiba… Aynı cinsten olan türlerin birbirine benzemesini anlamak kolay; ama farklı cinsten olup da bu denli benzeşenlerini kavramak zor iş. Kadından gözümü alamıyorum. Birazdan hakkımda pek normal olmayan fikirlere kapılacağından eminim. Şimdi durduk yerde, hiç tanımadığım, bir daha da karşılaşma olasılığım belki de söz konusu bile olmayacak bir insanın zihnine, kişiliğime yönelik anormal fikirler koymanın bir gereği yok. En iyisi dışarıyı seyretmek. Evet öyle yapmalıyım. Yaşı da bir hayli geçkin gibi…

 

Nesi Acaba?

Kucağına oturttuğu çocuğun annesi olabilme ihtimali biraz zayıf. Yoo, bu az önce trenlerle ilgili yaptığım saptama gibi tamamen kişisel bir kanaat değil, fizyolojik olarak bu yaşta bir çocuğa sahip olabilmesi gerçekten biraz zor. İlginç, belki de evlat edinmiştir ya da şu koruyucu annelerden biridir. Hem neden annesi olabilir mi acaba, diye düşünüyorum, anneanne ya da babaanne de olabilir. İyi ama şu ufaklık kafamı karıştırıyor; arada bir başını kaldırıp “anne” diye mırıldanıyor. Ha, unuttum sanmayın, size öykümü anlatacağım, birazdan.

Gözlerim dönüp dolaşıp kadını buluyor, böyle olmayacak. Başımı cama yaslayıp biraz uyuklarsam, o benden, ben de ondan kurtulmuş oluruz. Ama ufaklık pek rahat vereceğe benzemiyor. Ayakları neredeyse kucağımda, kadın kaç kez uyardıysa da çocuğun hiç söz dinlediği yok. Şimdi de mızmızlanıyor, ne istiyor bu çocuk, dayanamayacağım, gözlerimi açıp olana bitene bakmam lazım. İşte yine kadınla göz göze geldik.

“Sizin gibi uyumak istiyormuş.”

“Anlayamadım?!” Gerçekten anlayamadım! Şaşkın gözlerim iyiden iyiye şaşırmış, patlak patlak kadına bakıyorum.

“Sizin gibi, başını cama yaslayıp uyumak istiyormuş.”

Ha, şimdi oldu. Ufaklık bana özenmiş.

“Yok sen öyle uyuma, başın ağrır, bak benimki de ağrıdı, başını koy…  Siz büyükannesi misiniz?”

“Ben mi?! Hayır, teyzesiyim!”

İşte bu hiç iyi olmadı. Kaskatı kesildim bir anda. Kadının üzerindeki anormal kişiliğime kabalığı da ekledim. Baltayı taşa vurmak değil, taşı paramparça ettim… Öf, çok canım sıkıldı, gerçekten densizlik ettim. Yüzüm kızardı mı bilmiyorum ama ezilip büzülmeden konuşmamı sürdürmem lazım… Kendimi biraz koyverirsem hiç toparlayamam.

“Teyzenin omzuna başını koy, öyle uyu, olur mu?” Biraz da gülümseyeyim, evet sanırım oldu.

 

Randevu

Neyse ki ineceğim istasyona geldik. Yağmur dinmiş, ama serinlik çıkmış, üşüdüm. Trende buz gibi terler döktükten sonra bu soğuk beni iyice donduracak belli ki. Şu önümdeki adamı görüyor musunuz? Yolu ortalayarak yürüyor.

Önünüzde böyle yürüyen biri varsa ve yol da darsa işiniz çok zor demektir. Ne sağından ne de solundan geçip gitme şansınız yoktur. Bakın üstelik nasıl da ağır adımlarla ilerliyor, yine yüreğim sıkışmaya başladı. Böyle durumlarda tank gibi, adamın üzerinden geçmeyi öyle çok arzularım ki… Çok mu sadistçe oldu?! Şiddete karşısınız, elbette buna ben de karşıyım. Fakat bir de şöyle düşünmeye ne dersiniz?

Adam o kadar isteksiz yürüyor ki, belli ki halinden hiç memnun değil. Mümkün olabilse de şuradan bir adım ne ileri ne geri gitmesem, der gibi bir hali var. Bu durumda onu yere yapıştırıp kalkamayacak hale getirmekle iyilik etmiş olmaz mıyım?! Her neyse boşverelim şimdi bunları, size birazdan çok komik bir öykü anlatacağım.

İlerde sağda her tarafı camlarla kaplı binayı gördünüz mü? Randevum o binanın dördüncü katında. Bir nakliye firması. Muhasebe müdüründen aldığım bu beşinci randevu. Önceki dört randevum türlü nedenlerle iptal edildi; beyefendi ya toplantıda ya ani bir iş dolayısıyla yurtdışında ya da biraz rahatsız bugün gelemeyecek, gibi bir sürü zırvalık!

Verilen sözler neden hiç tutulmaz, tutulmayacaksa neden söz verilir, bu kaypaklıklara niye gerek duyulur, anlayabilmiş değilim. Haklısınız, koşuşturmalarımın çoğu boşuna. Bu tür randevulara yetişebilmek için verdiğim mücadele, bir yığın saçma sapan mazeretleri duymak ve kendimi aptal gibi hissetmekten başka bir işe yaramıyor. Yine de neden mi vazgeçmiyorum? Çünkü denemekten başka şansım yok; çünkü tek şansım ‘inanmak’… Anlıyorsunuz değil mi?

 

Bırakın Beni!

İşte geldik, artık vedalaşmak zorundayız, yol boyunca bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim, güzeldi…

 

Öykü mü?! Buna inanmışsınız, güldürdünüz beni! Sizi kandırdım, anlatacak bir öyküm yok. Sadece… Yalnız koşuşturmaktan çok bunaldım, arkadaşım olun istedim. Belki başka bir zaman anlatacak bir şeylerim olur. Fakat şimdi gitmek zorundayım, ısrar etmeyin, gecikiyorum. Bu yaptığım kaypaklık mı?! Buna cevap vermek istemiyorum, lütfen burada ayrılalım. Durun, ne yapıyorsunuz, çekin ellerinizi üzerimden, bu yaptığınız size hiç yakışmıyor!… Hem az önce şiddete karşı olduğunuzu söylememiş miydiniz! Biri polis çağırsın, kimse beni duymuyor mu, adam yakama yapıştı kimse görmüyor mu?! Bırakın beni!

 

Oldukları yerde dondurulmuş gibiler; kahretsin! Ne oldu bu insanlara böyle?!

 

Yardım edin!… Yardım edin!

BİR DAMLA İLLÜZYON

Ben ağlamayı, hiç ağlamayan annemden öğrendim. Bu yüzdendir ki, her fırsatta ağlarım; en olmadık durumlarda hıçkıra hıçkıra boşaltırım gözümün yaşlarını. Anneminse yaşlar öbek öbek gözbebeklerinin üzerinde toplanır ama bir türlü yanaklarından süzülüp akmazdı. Nasıl yapardı, ne olurdu da onlar sünger gibi emilir yok olurdu, hiç anlayamazdım. Merak ederdim ama soramazdım, buna cesaret edemezdim. Sanki bu bir ayıptı ve ben bu ayıbı konuşamazdım.

 

Çak Bir Kibrit!

Oysa, üzüldüğüm zamanlarda ben hep ağlardım, tanıdığım birçok insan da öyle; arkadaşlarım, annemin arkadaşları ama en çok arkadaşlarım. Çocukların üzülmek için hep daha çok nedenleri vardır çünkü…

Annem ağlamadığına göre, ödevlerimi düzenli yapmamam dışında onun canını sıkan bir şey yoktu belli ki. Bir gün arkadaşıyla telefonda konuşurken duymuştum: “Kurumuş otlar gibi tutuşturup yakacaksın acıları. Sen onları yakmazsan, onlar seni yakıp kavurur, buna izin vermeyeceksin. Nasıl mı?”

Yine o çok sevdiğim kahkahayı basmıştı: “Hayatım, bir kibrit çöpü bırak içine. Baktın ki canın yanmaya başladı hemen çakıver kibriti. Sonra da otur yangını izle. Dene mutlaka, çok eğlenceli?!”

Marketten kutu kutu aldığı ama evin hiçbir tarafında göremediğim o kibritlerin ne işe yaradığını o gün anlamıştım. Duyduklarım karşısında sanırım gözlerim şaşkınlıktan Gulyabani’ninki gibi kocaman olmuştu. O kadar kibrit çöpünü içine nasıl sığdırabiliyordu?! Bu kadın çok güçlüydü. Ama hep demez miydi: “Kibritle oynanmaz, çok tehlikeli!”

Hiç korkmuyordu; o zaten Gulyabani’den de korkmazdı! Ama canavar Gulyabani annemden korkardı. Ateş gibi kırmızı gözleri, her yanı kıllarla kaplı bir yüzü vardı Gulyabani’nin. Evimizin arka bahçesindeki ağaçtan bile daha uzundu boyu. Başı bulutlara sürttükçe ne hissediyordu acaba? Bunu ona hiç soramamıştım tabii. Bazı geceler görürdüm onu. Gök gürüldeyip şimşekler çakmaya başladığında, gelmek üzere olduğunu anlardım. Annem böyle havalarda bulutların birbirleriyle kavga ettiğini söylerdi ama ben biliyordum; onlar Gulyabani’yle kavga ediyor, o da küsüp odama geliyordu.

Yatağımın kenarına oturup beni izlerdi. Yorganla yüzümü örtmeye çalıştıkça engel olurdu. Çok güçlüydü! Bir süre sonra daha fazla dayanamayıp “Anne!” diye çığlığı basardım. Annem odaya girer girmez, hemen kaçar yok olurdu. Bu geçimsiz, çirkin yaratığın dünyadaki görevi beni korkutmaktı, onu korkutup ödünü patlatan tek kişi ise annemdi!

 

Annem ve Gulyabani

O gece de annem yine ağlamamıştı. Bir sihirbaz gibi, hiç çözemeyeceğim bir illüzyonla yine gözyaşlarını dondurmuştu… Sonbahara yeni girdiğimiz günlerdi. Serin bir akşam vakti evden çıkıp yol boyunca sessizce yürüdük. O hiçbir şey konuşmadı. Yolda aklına gelen ilk şarkıyı diline dolayıp kimselere aldırmadan söyleyen annem, o akşam şarkı bile mırıldanmadı, elimi sıkıca tutup hızlı adımlarla ilerledi. Arada bir başımı kaldırıp yüzüne baktığımda göremediğim ne çok şey vardı…

Her ay geldiğimiz o kapının önündeydik yine. Çelik kapı gürültüyle açılırken başka şeylerin kapanıp yok olacağından habersiz, öylece bakıyordum kapıya ve ardındaki kadına. O geceden sonra bu kapının zilini bir daha hiç çalmayacak ve iri yarı bu kadını da görmeyecektim. Annem hafifçe gülümseyerek kadını selamlayıp hal-hatır sormaya başladığında ben heyecanla annemin konuyu açmasını bekliyordum. Ayaküstü sohbetleri hep kısa tutmaya çalışan annem, nihayet karşısındaki irikıyım kadına ricasını bildirdi.

O andan sonra kadının yüzü inanılmaz bir çeviklikle değişti, bambaşka biri oluverdi. Gözlerime inanamıyordum! Hiçbir zaman ulaşamayacağım bir yükseltide durmuş gözlerini patlatarak anneme bakıyor ve onun her söylediğine fütursuzca itiraz edip karşı koyuyordu. İlk kez onları böyle görüyordum: Annem ve Gulyabani! Şaşkındım. Korkarak odamdan kaçıp gittiği gecelerin öfkesini çıkarırcasına annemin karşısında nasıl bu kadar rahat olabiliyordu! Zavallı annem de bu kadarını beklemiyordu sanırım.

Annemle sekiz yıldır birlikteydim ve bu sekiz yılın bana onu tanıttığı kadarıyla şaşkınlığını, bu karşı koyuşların verdiği yılgınlığı ve öfkeyi sanki bir çuvala bastıra bastıra tıkıştırmaya çabalarcasına kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Annemin tepkilerini ölçmeye çalışırken, bir yandan da karşımda az önce insan, şimdiyse Gulyabani kılığına bürünen yaratığın tavırlarını izliyordum. Bu kadın beni ne çok şaşırtıyordu böyle! Daha geçen ay yine bu evde, arkadaki çiçeklerle dolu balkonda oturup çay içip sohbet ettiğimiz o akşamki kadından ne kadar farklıydı! Yüzünde gülücükler açan, anneme, bana sıcacık davranan o kadın bu olamazdı! İnsanlar bu denli değişebilir miydi?

Karşı olduğu, istemediği, hoşnut olmadığı durumlarda beyaz kanatlı iyilik meleğinden bir iblise dönüşebilir miydi insanoğlu? Dünyanın en vicdansız, gaddar yaratığına doğru bir evrim geçirebilir miydi? Annem, “Yaşadığım sürece öğreniyorum ve öğreneceğim çok şey var; sen de yaşayarak öğreneceksin pek çok şeyi…” derdi. Acaba bu da onlardan biri miydi? Ayaküstü sohbetleri olduğu gibi, tartışmaları da kısa tutmaya çalışan annem, elini telaşla omzuma atıp kadına, “Sağlık olsun, iyi akşamlar.” deyip sokak kapısına yöneldiğinde, bu dünyadaki herkese ve her şeye söylediği son sözlerin bunlar olduğunu o an hiç bilemedim.

Can havliyle sokağa atmıştık kendimizi. Yanımdaki beden titriyordu. Bir süre başımı yerden kaldırmadan öylece yürüdüm. Annem sessizdi ama tüm vücudu onun sessizliğine inat titriyor, birbirine değen kemik parçalarının sesi geliyordu sanki kulağıma. Bir ara başımı kaldırıp yüzüne baktığımda; su damlaları koca bir göl oluşturmuş, yeşil gözlerinde ışıldıyordu. Annem susuyor ve ağlamıyordu.

 

Alev Alev

Eve ulaştığımızda, bana eliyle “burada bekle” dercesine işaret edip telaşla bodruma indi, birkaç dakika sonra elinde bir tenekeyle geri döndü. Beni alıp evimizin karşı kaldırımına oturttu, sonra hırsla tenekeyi sağa sola savurmaya başladı. Neler olduğunu, ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Tenekeden akan sıvının su olduğunu düşünüp evimizi neden ıslatmak istediğini kuşbeynim çözemiyordu. Yazılılardan zayıf aldığımda bana hep dediği gibi “kuşbeyinliydim”, kahrolası kuş kadar beynim hiçbir şey anlayamamıştı. Anlasaydım, bilebilseydim şu an her şey farklı mı olurdu, bunu da bilemiyorum. Ama kuşbeyinlinin tekiydim…

Gecenin karanlık soğuğu yerini kıpkızıl bir ateşe bırakmıştı. Ben bir şeyleri anlamaya çalışana kadar her şey olup bitmişti; evimiz yanıyordu. Annem, oturduğum taşın yanına çöküp kalmıştı. Susuyordu.

Sonrasında itfaiye, polis, ambulans derken annemi götürdüler. Sakindi… Ağlamıyordu… Susuyordu… O geceden sonra bir süre annemin arkadaşı Nazan Teyzeyle kaldım. Uzunca bir zaman annemi göremedim. Nazan Teyzeme annemi çok özlediğimi, onu nereye götürdüklerini sorduğumda cevap alamadım.

Ona ne olmuştu, ne yapıyordu şimdi? Bir sabah Nazan Teyzem bir sürpriz yapıp, beni anneme götüreceğini söylediğinde yeryüzünün en mutlu çocuğuydum. Sevincimden yerimde duramıyor, bir an önce anneme kavuşmak için çırpınıyordum. Yollar bitmek bilmiyor, zaman ilerlemiyordu. Büyük bir binanın önüne geldiğimizde Nazan Teyzem, “İşte annen burada, birazdan göreceksin onu.” dedikten sonra kapıdaki görevliye dönüp fısıltıyla bir şeyler anlattı.

Konuştuklarını anlayamamıştım ama zaten merak da etmiyordum. Giriş kapısından içeri girdiğimizde kocaman bir ormanın içinde bulmuştum kendimi. Burası ormandı, yaşasın ne güzel! Annemin hep çok sevdiği, bir zerresine zarar geldiğinde üzüntüden kahrolduğu ağaçlarla kaplı koca bir orman! Buna çok sevinmiştim, annem burada, bunca yeşilliğin içinde mutlu olmalıydı şüphesiz! Koruluk yolda biraz ilerledikten sonra sağlı sollu küçük iki katlı binalar çıkmaya başladı karşımıza. Pencereleri tel örgülerle çevrili, beyaz boyalı bu yapılar neden bu kadar sevimsizdi?

Bu yeşilliğin içinde niye bu kadar ürkütücüydüler? Etrafta baştan aşağı yeşil elbiselere bürünmüş insanlar dolaşıyordu. Garip hareketler yapıyor, üzerimize doğru gelip bizden bir şeyler istiyorlardı; kimisi konuşamıyor, işaretlerle anlatmaya çalışıyordu… Annemle bazen dışarıda karşılaşıp korktuğum o insanlara benziyorlardı. Böyle insanlara rastladığımızda anneme daha bir sokulur, neredeyse kadıncağıza abanırdım. Güzel annem, “Korkma!” derdi, “Hasta bu insanlar, yanlarına fazla yaklaşma ama onlardan da korkma, onlar sadece hasta.”

 

 

 

 

Cadıyı Doyurduk

Şimdi etrafımızda bu insanlardan öyle çok vardı ki, ne yöne baksam onlardan birini görüyordum. Hepsi tektipleştirilmiş, yaşadığımız yeryüzünden soyutlanmış, soyutlandırılmış zavallı insanlardı. Binalar da tıpkı insanlar gibi birbirinin aynıydı. Bir tanesinin önünde durduk. Nazan Teyzem kapının sağındaki zile bastıktan birkaç dakika sonra demir kapı açıldı. Karşımızda beyazlar giyinmiş, sonradan hastabakıcı olduğunu öğrendiğim şişmanca yaşlı bir kadın bizi karşıladı. Bakışlarını eğip üzerime dikti.

Neden açılan kapılardan hep bir canavar çıkıyordu! Bir adım gerileyip, çocuksu bir korunma güdüsüyle kendimi Nazan Teyzenin arkasına gizlemeye çalıştım.

“Çocuk yukarı çıkamaz, yasak!”

Evet, bu kadın da kesinlikle bir canavardı! Nazan Teyzem eveleyip geveledi, mırıl mırıl bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ama karşımızdaki yaratığın laflarla yetinmesi beklenemezdi, doyurmak lazımdı. Nazan Teyzemin elinden kayıp önce avucuna sonra da cebine bırakılan iki kâğıt parçası onu bir süre doyurmaya yeterdi. Merdivenlerden çıkarken içim sevinçten, heyecandan dolup taşıyordu, neredeyse nefes almakta zorlanıyordum. Annem! Onu öyle özlemiştim ki!

Arkamızdan bizi takip eden bunak canavara aldırış etmiyordum artık. O ihtiyar cadıyı bir süreliğine doyurmuştuk ve yukarda annem vardı. Merdivenlerin bitiminde, genişçe bir salonda bulduk kendimizi. Duvarlar beyaz boyalı ancak bu beyazlığa karşıt yoğun bir kasvetin hâkim olduğu salon, keskin bir sidik kokusuyla kaplıydı.

Üzerleri yiyecek artıklarıyla dolu birkaç kirli masa ve kırık dökük eski tip sandalyelerin gelişigüzel durduğu salonun hemen girişinde ihtiyar cadı, “burada bekleyin” anlamına gelen bir işaretle bizi bırakıp salonun sol tarafındaki uzun dar koridora doğru yöneldi. İhtiyar cadının arkasından merakla bakıyordum. Koridora karşılıklı sağlı sollu açılan kapılar vardı ve açılıp kapandıkça gıcırdayan bu kapılar insanı ürkütüyordu.

Sanki orası, o koridor ve o kapıların ardı bu dünyaya ait değildi; başka bir zamanın, başka bir boyutun mekânlarıydı. Lunaparklardaki korku tünellerini andıran bu koridor tuzaklarla dolu olmalıydı. Açılan kapılar ise bir kuyu gibi insanı çekip içine alıveren birer karadelikti.

Annem orada olamazdı, bu oyuklar, bu delikler annemi yutmuş olamazdı. Aklım almıyordu. Dışarısı bir cennetti, ama ya içerisi! Tuhaf tavırlar sergileyen yeşiller içindeki insanlar, ihtiyar cadı, korku tüneli ve tünelin her bir yanına serpiştirilmiş karadelikler! Annemin ne işi vardı burada? Bütün bunlardan korkmuyor muydu? Annemi az çok tanırdım, eminim o da korkuyordu, peki ama neden buradaydı? Bacaklarımı birbirine sürtmeye başladım, galiba korkudan çişim gelmişti. Nazan Teyzem huzursuzluğumu anlamış olacak ki tuttuğu elimi dürterek “rahat dur” der gibilerinden beni uyardı.

 

Sımsıkı Sarıldı, Kokladı, Öptü…

Az sonra kapılardan biri yine gıcırdayarak açıldı, karadelikten tünele ilk çıkan ihtiyar cadıydı, hemen ardında annem belirdi, cadının koluna girmiş, tünelden ağır adımlarla bize doğru yürüyordu. Annem! Her zamanki o kendinden emin yürüyüşüyle annem geliyordu. Hızla atılıp anneme doğru koşmak istedim. Ama bir pençe gibi elimi kavrayan parmaklardan kurtulamadım. Olduğum yerde kalakaldım, annemi bekledim. Tüneli aşıp bize gelinceye kadar geçen süre bana ömrüm boyunca annemi beklemeyi öğretecekti. Annemi hep bekledim…

“Dediğim gibi on dakikadan uzun sürmesin, beni zor durumda bırakmayın!” diyen ihtiyar cadı yanımızdan uzaklaşırken, kendimi annemin kollarında buldum. Hep yaptığı gibi sımsıkı sarıldı, kokladı, öptü, sonra tekrar sarıldı, sımsıkı… Saçlarımdan öptü defalarca, özlemişti, o da beni çok özlemişti. Annem!

“Gidelim buradan anne, bizimle gel, beni bırakma, seni çok özlüyorum anne!” diyebilmiştim ağlayarak. Biraz sakinleştikten sonra başımı göğsüne saklayıp bir süre öylece kalmıştım. Kokusunu çekmiştim içime doyasıya. Annem yine susuyor ama ağlamıyordu. Nazan Teyzem ne kadar çabalayıp konuşturmaya çalıştıysa da başaramamıştı, annem susuyordu…

Göğsüne gömdüğüm başımı kaldırıp gözlerine baktığımda dondurulmaya hazır bir çift göl vardı yine karşımda. Kurak toprakların bir çırpıda emip kuruttuğu bir su birikintisi. Gözlerinde, az sonra nasıl olduğunu hiçbir zaman anlayamadığım bir illüzyonla yok edilecek damlalar ışıldıyordu yine. Bir süre birbirimize bakıp kaldık, artık ben de susmuş ağlamıyor, bakıyordum sadece. Sonra beni kendinden yavaşça uzaklaştırıp Nazan Teyzeme doğru bıraktı. Daha önce hiç karşılaşmadığım bir ifade vardı yüzünde. Yıllar sonra hatırladıkça hâlâ tüylerimi diken diken eden o kopuş, parçalanma hissi: “Artık bana ait değilsin, birbirimize ait değiliz, sen ve ben değiliz.”

Beni kendinden usulca uzaklaştırırken susan gözleri bunları söylemişti. Evet kuşbeyinliydim; annemin bütün bir ömrü boyunca ve o gece yaşadıklarını, evimizi neden yakmak istediğini, bu akıl hastanesinde ne işi olduğunu kavramakta güçlük çekiyor olabilirdim ama çocuk kalbim annemden ilelebet kopmakta olduğumu anlamakta zorlanmamıştı…

Annemi ihtiyar cadıyla korku tünelinde bırakarak demir kapıdan çıkıp gittiğimde, onunla bu dünyada artık hiçbir şekilde bir arada yaşamayacağımız gerçeği de belleğime kazınmıştı. O, az sonra gireceği karadelikte savrulmaya devam ederken, ben yeryüzünün bir yerinde; yaşadığım şehirden başka bir şehirde, babaannem ve dedemle birlikte yaşayacaktım.

 

Ağladım, Özledim, Bekledim…

Bu evi hiç sevmemiştim, yıllar önce annem, yaz tatilini orada geçirmem için buraya getirdiğinde, “Beni burada bırakma!” demiştim, “Burası sana çok uzak, dilediğim an sana ulaşamam, beni de götür anne!” diye yalvarmıştım. Şimdiyse buradaydım ve annem artık yoktu…

Günler, haftalar, aylar boyunca hep ağladım, hep özledim, hep bekledim. Ağladıkça ağlamayı, özledikçe özlemeyi, bekledikçe hep daha fazla beklemeyi öğrendim. Aradan yıllar geçmiş, babaannemle dedem iyiden iyiye yaşlanmışlardı; vefalı, sadık bir torun olarak onlarla ilgilenmek artık benim görevimdi. Babaannemin ilaçlarını avucuna bırakıp mutfağa yöneldiğim bir öğle sonrası çalan telefonla irkilmiştim. Bu eve geldiğim ilk günden bu yana çalan her telefon, her kapı zilinde ürküyor, sendeliyordum. Katlanılması zor bir korku! Boşluktan bırakılmış, az sonra hızla yere çakılacak olma hissi.

O geceden sonra ne zaman bir kapı ziline bassam, açılan kapıların ardında o geceyi yaşıyordum: insan görünümlü canavar ruhlu yaratıklar, korku tünelleri, karadelikler. Daha kötüsü, her defasında yinelenen anne kaybı ve onun gibi karadeliklerin ötesinde kaybolma korkusu… Heyecanım ise –hiç gerçekleşmeyeceğini bilsem de– belki arayan annemdir, diye ahizenin karşı ucunda susan ve hiç konuşmayan bir anne özlemi…

Sesindeki sertliğe rağmen oldukça nazik bir üsluba sahip olan telefonun diğer ucundaki kişi dedemi istedi. Ahizeyi uzatıp mutfağa yöneldim. “Öyle mi? Haber verdiğiniz için sağ olun. Allah rahmet eylesin, kurtuldu zavallıcık!” Duyabildiğim kadarıyla dedemin sözleri bunlar oldu. Mutfakta öylece kalakaldım, tezgâha yaslanıp nefes almaya çalıştım.

“Zavallıcık… Zavallıcık… Zavallıcık…” bu annemdi. Dedem annemden söz ederken böyle hitap ederdi: “Zavallıcık… Zavallıcık… Zavallıcık…”

“Allah rahmet eylesin, kurtuldu zavallıcık!” Annem!

 

Keşke

Yıllar sonra, doğduğum şehre geri dönüşüm böyle olmuştu. Mezarının başında, üzerini örten toprağı sıvazlarken bunca zaman boyunca birbirimizden ayrı kalmanın, beni kendisinden kopartışının, tüm nedenlerin, nasılların ve sonuçların sonunda işte yine burada, yanındaydım.

Annem yıllarca susmuş ama hep yazmıştı, her şeyini kâğıtlara dökmüş, yazıya bırakmıştı. Nazan Teyzeme, babaanneme, dedeme defterler dolusu yazmıştı. Onu, o haliyle görmemin benim için çok daha büyük yıkımlar yaratacağını, bunun da kendisini her şeyden daha fazla üzeceğini, bu nedenle bir daha benimle bir araya getirilmemesini rica etmiş ve belki de ilk kez yalvarmıştı…

Babamın ölümünden kısa bir süre sonra toparlanıp yeniden ayakları üzerine basan annem, herkesin ve benim gözümde hep güçlü bir kadındı. Yıllarca çalıştığı şirketten aldığı maaşla beni ve kendisini geçindirmeye çalışırken, yalnız yapayalnızdı. Koca bir şehirde dul ve çocuklu bir kadının yaşayabileceği hemen hemen bütün sıkıntılarla zaman zaman karşılaşmış ama asla omuzlarını düşürmemişti. Hep dimdikti. Çocuklar, özellikle erkek çocukları, “Benim babam senin babandan daha güçlü!” diye birbirlerine hava atıp böbürlenirken ben, “Benim annem çok güçlü bir kadın!” der, onunla gurur duyardım.

Ama kuşbeynim görememişti, anlayamamıştı; annem bunca zorlukla uğraşıp ayakta kalmak için çabalarken, içinde biriktirdiği kibrit çöplerini yakmamış, gözbebeklerinde donan yaşları sünger gibi emip her bir hücresine doldururken nasıl da ıslanmıştı kimbilir yüreği…

O gece ev sahibinin, “Evimi hemen boşalt!” emri; annemin yaşadığı zorlukların en sonuncusu, bardağı taşıran en son damlası olmuştu. Ev sahibinin yüzümüze kapanan kapısının ardından kendimizi can havliyle sokağa attığımız o an, annem artık yoktu. “Sağlık olsun, iyi akşamlar!” diyerek dünyayı son kez selamlamış ve çekilmişti.

“Depresyon” teşhisiyle yatırıldığı akıl hastanesinde, ömrünün son bulduğu ana dek yuvarlanıp savrulduğu o karadeliklerde hiç ağlamamış, konuşmamıştı.

Şimdilerde düşünüyorum da tıpkı gözyaşları gibi acısını da hiç boşaltmamıştı annem; kimselere belli etmemiş, dile getirmemişti. Keşke biraz ağlayabilseydi; yaşadığı sıkıntıları, içinde dinmek bilmeyen o sert fırtınaları, yağmurla birlikte salınan rüzgârın çıkarttığı uğultu gibi boğazından bir ses olup dışarı verebilseydi; keşke sızlanıp dövünseydi; keşke annem hep “güçlü kadın” olmasaydı…

 

İşte ben bu yüzden ağlamayı, hiç ağlamayan annemden öğrendim…

Özür Dilerim

Son günlerde zaman benim için oldukça ilginç, bir o kadar hızlı ve özünde olabildiğince mutsuz geçiyor. Tuhaf, o allahın cezası günü daha dünmüş gibi yaşarken aynı anda birarada olduğumuz günleri de eşzamanlı hatırlıyorum. Her şey girift bir hal aldı. Halkalardan oluşan bir görüntü var gözümün önünde. Halka bir bellek. Bir halkadan diğerine. Uyanık olduğum süre boyunca yaptığım tek şey bu; bir halkadan diğerine geçip duruyorum. Son gece yaşadığımız bir şeyi hatırlayıp düşünürken, hop hadi bir diğer halka geliyor, geç geç çabuk… Bir de bakıyorum üç yıl öncesi yaşanan başka bir şey… Derken bir yirmi dört saati daha yaşayıp bitirmişim. Gülüyorum. Nasıl bir şey bu? diyorum kendi kendime. Hayat gerçekten oldukça tuhaf ilerliyor; bir an mutlu olduğunu düşünürken ansızın öyle bir şey yaşıyorsun ki; dünyada katlanılması en zor acılardan biriyle karşı karşıya kalıyorsun. Ya da tam dibe vurdum, çıkılmaz artık buradan diye yenilgiyi kabullenmişken, hiç ummadığın şekilde, bir-iki kulaç derken tekrar yüzeydesin. Veya yaşama dair ne varsa her şey tekdüze diye düşündüğün sırada, ressamın ne çizdiğini, ne anlatmak istediğini bir türlü anlayamadığın o alacalı bulacalı, yağlı boya tablolar gibi oluveriyor hayatın. Her renkten, her şekilden, her boyutta, her tonda. Ne oldu?! işte bütün tekdüzelik kayboldu. Al sana cümbüş!

Aslında bu konuda en iyisini –bilemiyorum, başkaları başka şeyler de söylemişlerdir mutlaka ama bana göre en iyisi– Puşkin söylemiş. Geçenlerde aldığım kitabın ithaf kısmında yazılıydı. Şöyle diyor Puşkin Efendi: “Hayat garip, basit, soğuk ve kötü bir şakadan ibarettir.” Çok doğru!

Ben böyle müthiş bir hızla, anlık halka geçişler yaşarken etrafımdakilerse boş durmayıp nerdeyse adımın yerini alacak bir sıfat yüklemişler bana: güçlü. Güçlüymüşüm. Ha umrumdaydı sanki?! Güçlü olmak tamam da, mutluluk vermiyor ki insana. Güçlüyüm ama pardon mutsuzum. Yani bir özür var işin içinde, anlıyor musun? Güçlülük, özürlü bir durum aslında; özür dilerim biraz özürlüyüm… Evet mutluluk özürüm var. Ülke sınırları içinde bu konuda bildiğiniz bir rehabilitasyon merkezi var mı? Sanmam. Değil ülkeyi, kainatta dolaşıp arasan bulamazsın. Çünkü hayat kainatı da kapsıyor ve çünkü hayat garip, basit, soğuk ve kötü bir şakadan ibaret. Anlaştık mı?!

İt Yangını

Hayvanlar âleminin en çok sevdiğim, hatta tek sevdiğim yaratıklarıydı köpekler. Sınır tanımayan, eşine az rastlanır bir hayranlıktı benimkisi. Henüz küçük bir çocukken,  yaşıtlarımın yanlarına yaklaşmakta tereddüt ettikleri, hatta çoğunun korkudan annelerinin eteklerine sarıldıkları bu hayvanlarla gayet iyi anlaşıyor, o sıralar kavrayamadığım sessiz bir bağ kuruyordum. Türü, boyu posu, huyu suyu ne ve nasıl olursa olsun aldırış etmeksizin yanlarına yaklaştığımda, sanki kendilerindenmişim gibi beni benimsiyor, yüzümü gözümü sevgiyle yalıyorlardı. Onlara olan düşkünlüğüm ve aramızdaki bu garip yakınlık zaman zaman ailemi ve çevremdekileri tedirgin etmiyor değildi. Hatta iki ayaktan fazla ayağa sahip tüm yaratıkların onu korkuttuğu, “Ayy, içimi ürpertiyorlar!” dediği zavallı anneciğimin beni köpeklerden uzaklaştırmak için gösterdiği çabayı yaşamının sonuna dek unutmayacağım. Ama şimdi bunları anlatmak istemiyorum. Ancak annemin tüm çabalarının son derece başarısızlıkla sonuçlandığını bilmenizi isterim.

Çocukluktan ergenliğe geçtiğim dönemlerdeyse bu ilgim farklı bir boyut kazanmaya başlamıştı. Artık onları sadece sevip izlemekle yetinmiyor, onlar hakkında bilimsel birtakım bilgiler toplayıp, kendimce her tür için bir çeşit veri tabanı oluşturuyordum. Yaşları, tüyleri; yaşlarına göre tüylerinin uzama oranı, ölçüsü, dişleri, patileri, iç organları, özellikle solunum ve sindirim organları benim için ciddi bir araştırma-inceleme konusuydu. Teorik yollardan onları tanımaya çalışırken, sınıftan bir arkadaşımın pratikte bir köpek sahibi olduğunu öğrendiğim gün, yaşamımın o gün aldığım kararla tamamen değişeceğinden habersizdim tabii. Bütün gün, arkadaşım köpeğiyle yaptıklarını anlatırken, ben annemi nasıl ikna edeceğimi düşünüp, yalvarıp yakarma provaları yapıyordum. O akşam eve vardığımda derslerimi hızla bitirmiş, annemin eve dönüş saatini iple çekiyordum. Saat 8’i gösterdiğinde, sokak kapısının kuş gibi öten zili de yine aynı ritimle çalıyordu. Olduğum yerden ok gibi fırlayıp kapıya yöneldim. Annem çalışan bir kadındı ve her akşam işten eve yorgun argın ve ille de elinde birkaç poşetle dönerdi. Elindeki poşetleri son derece düşünceli, fedakâr bir oğul olduğumu gösterircesine öyle bir aldım ki, annemin şaşkın bakışlarının dudaklarının arasına yansımasına izin vermeden bir çırpıda mutfağa bıraktım. Kısa süren rutin günlük hatır sormalardan sonra, ona bir köpek istediğimi söylediğimde, “Ne?!” diye savurduğu haykırışı hâlâ kulaklarımda. Bu andan itibaren evde günlerce süren istek-red maratonundan zaferle çıktığım gün, soluğu Mısır Çarşısı’ndaki köpek satan dükkânların birinde aldım. Çeşit çeşit türlere sahip köpeklerden bir tanesini satın alıp eve getirdiğim gün dünyanın en mutlu insanıydım. Koyu kahverengi tüylere sahip, kulakları başının iki yanından aşağıya doğru sarkık, biraz irice olan bu hayvan bir yaratılış harikasıydı. O günden sonra derslerimin dışında artık bütün zamanımı köpeğimle geçiriyor, oyunlar oynuyor, bir yandan da bilimsel çalışmalarımı onunla yaptığım deneysel birtakım yöntemlerle geliştiriyordum.

Böylece oluşturduğum veri tabanına her gün yeni bilgiler ekliyordum. Ancak yolunda gitmeyen şeyler de vardı ki, bu beni son derece endişelendiriyordu. Köpeğim kendisine ayrılan yere işemektense, evin herhangi bir bölümüne dışkısını bırakmayı tercih ediyor, bu da annemi çileden çıkartıyordu. Bu konuda ikisinin arasında kalmıştım ve var gücümle köpeğe nereye işemesi gerektiğini öğretmeye çalışıyordum. Bir müddet sonra sırf bu yüzden deneysel çalışmalarımı bu alana kaydırıp, sadece bu konuyla ilgili çalışmalarım ve çabalarım olduysa da, başarılı olamadım. Köpek ısrarla eylemine devam ediyordu. Ve bir gün annem otoritesini devreye sokarak köpeğin evden derhal gitmesini emretti. Tüm yalvarmalarım boşunaydı biliyordum ama yine de denedim. Ancak mahallemizdeki kuşçu dükkânının sahibi Osman Amca’nın Çatalca’daki çiftlik evine yaka paça gönderilmesine engel olamadım. Annemle aramızdaki soğuk savaş sürecinin başladığı günlerdi o günler. Sonradan şiddetini zaman zaman sert bir biçimde birbirimize hissettireceğimiz bir savaştı bu. Lise son sınıftaydım ve o günden sonra dersleri boşvermiştim. Okula da gitmiyordum. Bütün günümü odamda, köpeğimden arta kalan anılar ve topladığım bilgilerle geçiriyordum. Müdür, çalıştığı işyerini arayıp devamsızlığımı, böyle giderse okuldan atılma riskimin olduğunu söylediği gün, annem savaşın ilk darbesini almıştı. Onun tüm baskılarına, zorlamalarına rağmen okula gitmemekte devam ettim. Bir süre sonra mevcut verilere yenilerini ekleyerek çalışmalarıma hız verdim. Artık bütün zamanımı köpekler ve onlarla ilgili çalışmalarım alıyordu. Sokaklarda, parklarda gördüğüm bu yaratıkları büyük bir ciddiyetle izliyor, notlar alıyor, evde aldığım notları, kitaplardan okuduklarımla karşılaştırıp, benzerlikleri, karşıtlıkları eşleştirip bir sentez oluşturuyordum. Elimdeki veriler neredeyse bir ansiklopedi olabilecek kadar dökümanla doluydu. Ancak bunlar beni tatmin etmiyor, her geçen gün bir şeylerin eksikliğini duyuyordum. Ne olduğunu çözemediğim bu şey beni rahatsız ediyor, uykularımı kaçırıyordu.

Bu arada aramızda yaşanan savaşta annem de cephesini oluşturmuştu. Okuldan atıldığım gün, “Öğrenimine devam etmek istemiyorsun. Bu durumda bir işe girip çalışmak zorundasın. Evin geçimine katkıda bulunarak, yükümü hafifletmelisin!” diyerek stratejisini uyguladı. Bir işte çalışmaya hiç niyetim olmadığını, böyle bir şey yapmayacağımı söylediğimde tavrım çok netti. Aynı netlikle karşılık geldi, “O halde benden beş kuruş dahi harçlık alamazsın. Ne yaparsan yap ama sakın benden para dilenme.” İkimiz de kartlarımızı açık oynuyorduk. Kaçak güreşmek ne ona, ne de bana göre değildi zaten. Bundan sonra beni daha zor günler bekliyordu. Artık parasızdım. Ama bunu çok fazla dert etmemeye çalışıyordum. Çünkü beni rahatsız eden o bir şeyleri hâlâ çözememiştim; şimdi bununla ilgilenmeliydim. Bir öğleden sonra pencereden dışarıyı seyrederken, bir sokak köpeğinin kaldırımın kenarına işediğini gördüğümde, işte o an sıkıntımın ne olduğunu çözdüm. Onları daha iyi anlayabilmek, tanıyabilmek için bir köpek gibi yaşamalıydım. Evet, bir köpek olarak yaşarsam çok daha elle tutulur bilgiler edinebilirdim. Bir köpeğin patileri arasında tuttuğu kemiği yalarken aldığı damak tadını hissetmek, sokakta, caddede bir ayağını kaldırarak, kimseyi umursamadan işerken takındığı o pervasızca tavrı duyumsamak, dişi bir köpekle çiftleşirken yaşadığı o hazzı almak nasıl bir şeydi?.. Kâğıt üzerinde yazılı çizili bir sürü bilgi vardı. Ama benim için bunları yaşamadıktan sonra bilgi sahibi olmanın hiçbir önemi yoktu. Bütün bunları ancak bir köpek olarak yaşarsam anlayabilirdim. İşte o zaman tam anlamıyla bilgi ve fikir sahibi olabilirdim. Tatminsizliğimin sırrı buydu, kafamda yanıtlayamadığım soruların cevabı bu gerçekte gizliydi. Bir köpek olmalıydım. Bu fikrin beynimde bir şimşek gibi çaktığı o günden sonra –ki Kafka’nın Dönüşümü’nden etkilendiğimi düşünmeyin– Tanrı’ya yalvarmaya başladım. Bir günlüğüne bir köpek olarak soluk alıp vermem için yalvardım. Sadece bir yirmi dört saat. Bu kadarı yeterliydi. Üstelik Tanrı için bu zor olmasa gerekti. Her şeyi yaratan, yaratıcılık dehası olan onun için bu halledilemeyecek bir sorun değildi. Bunu yapabilirdi.

Günlerce Tanrı’ya niteliğine yönelik çeşitli sıfatlar yükleyerek yaptığım –yalakalık da diyebilirim– yakarışlarım bir sabah karşılığını buldu. O sabah gözlerimi açtığımda, kıllı bir beden olarak yatağımda yüzüstü yatar vaziyetteydim. Gözlerime inanamıyordum tamamen bir köpek bedenine sahiptim. Yataktan inip aynanın karşısında kendimi izlemeye başladım. Evet Tanrı varlığını bir kez daha kanıtlamak istercesine tüm maharetini gözlerimin önüne sermişti. Ona ne kadar teşekkür etsem azdı, o yüzden etmedim. Kendimi uzun uzun aynanın karşısında seyrettikten sonra artık sokaklara çıkıp, yaşayıp hissetmek istediğim her şeyi denemeli, bir köpek olarak o günü doya doya yaşamalıydım. Sokak kapısını açmakta epeyce güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim. Bir hayli zorlandıktan sonra kapı kolunu nihayet kavrayıp aşağı doğru patilerimle bastırıp açtığımda içimden “işte bu kadar” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Merdivenlerden inip, dış kapının önüne gelişim kolay olmuştu. Artık sokaklara, caddelere açılmalıydım. Önce kahvaltı yapmalıydım. Bunun için de kendime bir kemik bulmam gerekiyordu. Evimizin bulunduğu sokağın sonu caddeye açılıyordu. Cadde boyunca sıradan esnaf lokantalarının çöplerini karıştırırsam belki bir parça kemik bulabilirdim. Gördüğüm her çöp birikintisini karıştırıp sonunda kendime güzel bir kemik bulmayı başardım. Kemiği patilerimin arasına almakta hiç güçlük çekmedim. Onu her yalayıp kemirişimde damağımdaki tat hiç fena değildi doğrusu. Çok sevdiğim kabak musakkayı yerken duyduğum bir zevkle kemiriyordum kemiği. Üstelik yavaş yavaş bir doygunluk hissi belirmeye başlamıştı.

Bu harika bir öngelişmeydi. Sanırım her şey düşündüğüm gibi devam edecekti. Karnımı doyurduktan sonra kaldırımda ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Beni görünce korkan çocuklar neyse de, sağımdaki solumdaki kimi yetişkinlerin, hele erkeklerin benden ürküp bana bakmamaya özen göstererek yanımdan korkak adımlarla süzülüşleri beni çok eğlendiriyordu. Dört yol ağzına geldiğimde, çişim de gelmişti. Caddenin bu bölümü çişimi yapmak için en uygun yerdi. Bir sürü insanın ve arabanın bulunduğu bu noktada o pervasız tavrı takınarak işeyebilir, bunun da tadını çıkarabilirdim. Ortalığı şöyle bir gözden geçirdikten sonra kaldırıma eşit aralıklarla dikili cılız ağaçlardan bir tanesinin dibini gözüme kestirdim. Kendimden emin adımlarla ağaca yöneldim. Toprak zemine patilerim temas ettiğinde artık yerimi almıştım. Ayağımı kaldırıp çişimi yaparken, etrafa karşı son derece umarsız, dikkatimi yaptığım eyleme verdim. Ancak bir yerde hata yaptığımı hemen fark ettim. Köpekler çişlerini yapmadan evvel koklardı. Bu tamamen onlar için içgüdüsel bir tavırdı. Oysa ben koklama gereği duymadan yapıvermiştim. Fakat bunun üzerinde de çok fazla durmak istemedim. Ne de olsa sadece yirmi dört saatim vardı ve bunu iyi değerlendirmeliydim. Ufak tefek ayrıntıları ertesi gün düşünmesi için insan-ben’e bırakıp parka geçtim. Günün o saatinde pek dolu olmayan parkta, birkaç yaşlı adamla, benden biraz daha irice iki köpekten başka kimse yoktu. Onlara doğru yol aldığım sırada heyecanlıydım. Beni fark ettiklerinde, ben de şimdi onların yanındaydım. Gözlerimiz birbiriyle kesiştiğinde iletişimin ilk adımını da atmış olduk. Şimdi üçümüz birlikte parkta serseri üç genç gibi dolaşıyor, ara ara birimizin durup eşelediği toprağa, diğerlerimiz de dönüp dikkat kesiyor, sonra yine sağlı sollu gezintilerimize devam ediyorduk. Bir ara parkın kapısından içeriye bir gölge gibi süzülerek başka bir köpek daha geldi. Bir dişiydi. Yanımdaki arkadaşlarım onu görür görmez, hemen ona doğru havlayarak koşmaya başladılar. Ben de bir anlık duraksamadan sonra arkalarından koşup yanlarında bitiverdim. Sahip olduğum bilgilerden yola çıkarak köpeklerin çiftleşme zamanın henüz gelmediğini, bunun için daha iki aylık bir süre olduğunu biliyordum.

Dolayısıyla gelen dişi köpeği izleyip onunla sıradan bir arkadaş olmaktan başka çarem yoktu. O günümü akşama kadar bu üç köpeğin peşinde geçirdim. Bütün gün biraradaydık. Zaman zaman çöpleri karıştırıp, yiyecek artıklarını kokluyor, hoşumuza giden yemek çöplerini önce yalıyor, ardından iştahla yiyorduk. Sonra yine parkta yaptığımız gibi serseri gezintilerimize devam ediyor, arada bir tenha bulduğumuz bir köşeye serilip yatıyorduk. Akşamın kendini geceyarısına bıraktığı saatlerde, evimizin iki sokak arkasındaki sokağın en gösterişli evinin bahçe duvarının dibinde ben yorgun ve ürkek adımlarla volta atarken, onlar uykuya çekilmişlerdi. Bense yorgun olmama rağmen bir türlü uyuyamıyordum. Korkuyordum. Bir köpek olarak gecenin o saatinde korkmamam gerektiğini bildiğim halde yine de korkuyor, bundan kendimi alamıyordum. Bir tuhaflık olduğunu sezinliyordum. Sabah koklamadan çişimi yapışımla şu an ki korkum bir köpeğe özgü ruh hali değildi. Bütün gece gözümü kırpmadım. Sabaha karşı gün daha ışımadan arkadaşlarımın yanından ayrılıp evimizin önüne geldim. Birazdan yirmi dört saatim dolacaktı. İnsan bedenime geri döner dönmez önce iyi bir uyku çekmeyi düşünüyordum. Kendime geldikten sonra da oturup bütün gün edindiğim izlenimleri, deneyimlerimi kâğıda aktarırdım nasıl olsa.

Günün ışıkları sokağa yansıyıp ortalık aydınlandığında yirmi dört saatim dolmuştu, artık bedenime geri dönmek için sabırsızlanıyordum. Dönüşümümün bodrumda olması gerekiyordu. Bunu kimse görmemeliydi. Karanlık, rutubet kokulu bu mekânda uzun bir bekleyiş başladı benim için. Yukardan gelen ayak seslerinden, hareketlilikten anladığım kadarıyla artık gün işlev kazanmaya başlamıştı. İnsanlar işlerine, okuluna, ait olmaları gereken yerlere gidip geliyor, bense hâlâ kıllı bir bedenle, köpek homurdanışlarıyla bodrumun en izbe köşesinde bir insana dönüşmeyi bekliyordum. O gün ve bütün geceki bekleyişlerim faydasızdı. Dönüşümüm gerçekleşmiyor, paniğim her geçen dakika biraz daha artıyordu. Ertesi sabah sokağa çıkmaya karar verdim. Acıkmıştım. Yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu. Bir önceki gün yaptığım gibi yine lokantaların çöplüklerini karıştırmaya başladım. Bir kemik ya da yemek artığı ne olursa olsun bir şeyler yemeliydim. İnsan-ben’in de açlığa hiç tahammülü olmadığını düşündüm. Karnımı doyurduktan sonra çişimi yapmak için uygun bir yer bulmaya çalıştım. Önceki gün yaptığım yere yapamazdım. Orası çok kalabalıktı. Dün, farklı bir deneyimin verdiği coşkuyla aldırış etmeksizin yapmıştım ama bugün utanıyordum. Kuytu bir yer seçmeliydim. Bunun için en uygun yer parktı. Oraya doğru hızla yol aldım. Çevreyi şöyle bir taradıktan sonra, parkın bitimindeki duvar dibinin bu iş için uygun olduğuna karar verdim. Eylemime başlamadan önce durup tekrar ortalığı süzdükten sonra nihayet işeyebildim. Rahatlamıştım. Fakat dönüşümün gerçekleşmemesinden dolayı huzursuzdum, yaşadığım birkaç tuhaflıkta kafama takılıyordu. Yolunda gitmeyen bir sürü şey vardı. Neden insan bedenime geri dönemiyordum? Neden bir köpeğin içgüdüsel olarak yaptığı şeyleri ben aynı içgüdülere sahip olarak yapamıyordum? Bütün bunları düşünerek sokaklarda dalgın adımlarla yürüdüm durdum.

Belki birazdan, belki akşam, belki yarın sabah dönüşüm gerçekleşir diye beklerken günler gelip geçiyordu. Her geçen gün biraz daha ümitsizliğe kapılıyor, korkuyordum. Yaşamımın bundan sonraki kısmını bir köpek olarak geçirmek düşüncesi beni korkutuyordu. Köpek olduğum o ilk günkü sevincim, coşkum yerini paniğe ve üzüntüye bırakmıştı. Ancak beklemekten başka çarem yoktu. Aradan iki ay geçtiğini bedenimdeki değişikliklerden anlamıştım. Cinsel organım çiftleşme zamanımın geldiğini hatırlatırcasına pozisyonunu almış beni rahatsız ediyordu. Kendime bir dişi bulup bunu yaşamalıydım. Bu yeni edineceğim tecrübe beni biraz heyecanlandırsa da yine de hayatımdan memnun değildim. Neyse ki kendime bir dişi bulmam güç olmadı. Bir gün evimizin bulunduğu sokakta karşıma çıkıverdi. Yaşadığım bu ilk deneyimim sadece cinsel organımın rahatlayıp eski formuna dönüşmesiyle sonuçlandı. Hiçbir haz vermediği gibi biraz zorlandım da açıkçası. Hatta içimin bulandığını hissettim. Neyse ki çiftleşme dönemleri yılda bir tekrarlanıyordu ve seneye nasıl olsa insan bedenime geri dönerdim.

 

Ancak köpeğe dönüştüğümden bu yana iki yıl geçti ve artık ümitsizim.

Yaşamım bir köpek olarak sonlanacak. Bir belediye zabıtasının elindeki zehir dolu iğneyi hunharca baldırıma batırmasıyla ya da ölüm nedenim belirsiz, kaldırımın köşesinde bir leş olarak can vereceğim. Ölmek neyse de, çok özlediğim anneme bir daha sımsıkı sarılıp yanaklarından öpemeyeceğim gerçeği beni çıldırtıyor. Annemi, evimizi, arkadaşlarımı çok özledim. Aslında annemi her gün görüyorum. Her sabah ve akşam, sokağın, beni görüp de korkmaması için gizlendiğim köşesinde durup onu izliyorum. Bu arada mahalledekilerin hakkımda çıkarttıkları dedikoduları da duyuyor, annem için çok endişeleniyorum. Söylendiğine göre, “Zavallı kadıncağızın it delisi oğlu, okuldan atıldıktan sonra iyice itlere takmış kafayı, tabii sonunda da taktığı kafayı yiyip evden kaçmış. Kadının onu aramak için yapmadığı kalmamış. Ama nafile. Oğlanın esamesi yokmuş ortada. Şimdi talihsiz kadın sinir tedavisi görüyormuş. Eee kolaymıymış, ne olursan ol, evlat bu, deli meli, ilelebet yürek yanığı bırakmış anacığında.” Bunları duydukça kahroluyorum. Ama yapabileceğim hiçbir şey yok. Elimden bir şey gelmiyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi arka sokakta oturan, bana orada tek sevgi gösteren, artık yiyecekler verip karnımı doyuran o yeşil gözlü kıza da âşık oldum. İnsanken aklım hep köpeklerde olduğu için, kızlarla hiç ilgilenmemiştim. Oysa yakışıklı sayılırdım. Okulda pek çok kızın bana hayran olduğunu arkadaşlarımdan duyar ama umursamazdım. O zamanlar karşı cinse yönelik yaşamadığım duyguları şimdi yaşıyor, Tanrı’ya bir köpeğe dönüşmek için yakardığım günler adına kendime lanetler yağdırıyorum, sanki yeterince lanetlenmemişim gibi. Evet lanetlendim, Tanrı’nın gazabına uğradım. Bu durumumu dünyevi hiçbir sebep açıklayamaz elbette. Yalakalıklarla dolu o yakarışlardan sonra Tanrı’nın bana, “Sana bir değer vererek yeryüzüne gönderdim. Ancak bununla yetinmedin. Verdiğimi beğenmeyip, başka biçimlere özendin. Senin bu yaptığın nankörlüktür ve cezasını çekeceksin!” dediğini duyar gibi oluyorum. Daha da kötüsü bedenim bir köpek bedenine aitken, ruhum hâlâ insan ruhu taşıyor. Üstelik cins bir hayvan değil de, sıradan bir sokak köpeği olmak da gururumu incitiyor.

İki yıldır, Tanrı’nın lanetlediği, bedenen köpek ama ruhen insan ve hatta kendinden farklı bir canlıya âşık bir sokak köpeği olarak soluk alıp vermeye devam ediyorum. Bu arada bunları size kim mi anlatıyor? Tabii ki ruhum. Bense sadece havlıyorum…