Hayvanlar âleminin en çok sevdiğim, hatta tek sevdiğim yaratıklarıydı köpekler. Sınır tanımayan, eşine az rastlanır bir hayranlıktı benimkisi. Henüz küçük bir çocukken, yaşıtlarımın yanlarına yaklaşmakta tereddüt ettikleri, hatta çoğunun korkudan annelerinin eteklerine sarıldıkları bu hayvanlarla gayet iyi anlaşıyor, o sıralar kavrayamadığım sessiz bir bağ kuruyordum. Türü, boyu posu, huyu suyu ne ve nasıl olursa olsun aldırış etmeksizin yanlarına yaklaştığımda, sanki kendilerindenmişim gibi beni benimsiyor, yüzümü gözümü sevgiyle yalıyorlardı. Onlara olan düşkünlüğüm ve aramızdaki bu garip yakınlık zaman zaman ailemi ve çevremdekileri tedirgin etmiyor değildi. Hatta iki ayaktan fazla ayağa sahip tüm yaratıkların onu korkuttuğu, “Ayy, içimi ürpertiyorlar!” dediği zavallı anneciğimin beni köpeklerden uzaklaştırmak için gösterdiği çabayı yaşamının sonuna dek unutmayacağım. Ama şimdi bunları anlatmak istemiyorum. Ancak annemin tüm çabalarının son derece başarısızlıkla sonuçlandığını bilmenizi isterim.
Çocukluktan ergenliğe geçtiğim dönemlerdeyse bu ilgim farklı bir boyut kazanmaya başlamıştı. Artık onları sadece sevip izlemekle yetinmiyor, onlar hakkında bilimsel birtakım bilgiler toplayıp, kendimce her tür için bir çeşit veri tabanı oluşturuyordum. Yaşları, tüyleri; yaşlarına göre tüylerinin uzama oranı, ölçüsü, dişleri, patileri, iç organları, özellikle solunum ve sindirim organları benim için ciddi bir araştırma-inceleme konusuydu. Teorik yollardan onları tanımaya çalışırken, sınıftan bir arkadaşımın pratikte bir köpek sahibi olduğunu öğrendiğim gün, yaşamımın o gün aldığım kararla tamamen değişeceğinden habersizdim tabii. Bütün gün, arkadaşım köpeğiyle yaptıklarını anlatırken, ben annemi nasıl ikna edeceğimi düşünüp, yalvarıp yakarma provaları yapıyordum. O akşam eve vardığımda derslerimi hızla bitirmiş, annemin eve dönüş saatini iple çekiyordum. Saat 8’i gösterdiğinde, sokak kapısının kuş gibi öten zili de yine aynı ritimle çalıyordu. Olduğum yerden ok gibi fırlayıp kapıya yöneldim. Annem çalışan bir kadındı ve her akşam işten eve yorgun argın ve ille de elinde birkaç poşetle dönerdi. Elindeki poşetleri son derece düşünceli, fedakâr bir oğul olduğumu gösterircesine öyle bir aldım ki, annemin şaşkın bakışlarının dudaklarının arasına yansımasına izin vermeden bir çırpıda mutfağa bıraktım. Kısa süren rutin günlük hatır sormalardan sonra, ona bir köpek istediğimi söylediğimde, “Ne?!” diye savurduğu haykırışı hâlâ kulaklarımda. Bu andan itibaren evde günlerce süren istek-red maratonundan zaferle çıktığım gün, soluğu Mısır Çarşısı’ndaki köpek satan dükkânların birinde aldım. Çeşit çeşit türlere sahip köpeklerden bir tanesini satın alıp eve getirdiğim gün dünyanın en mutlu insanıydım. Koyu kahverengi tüylere sahip, kulakları başının iki yanından aşağıya doğru sarkık, biraz irice olan bu hayvan bir yaratılış harikasıydı. O günden sonra derslerimin dışında artık bütün zamanımı köpeğimle geçiriyor, oyunlar oynuyor, bir yandan da bilimsel çalışmalarımı onunla yaptığım deneysel birtakım yöntemlerle geliştiriyordum.
Böylece oluşturduğum veri tabanına her gün yeni bilgiler ekliyordum. Ancak yolunda gitmeyen şeyler de vardı ki, bu beni son derece endişelendiriyordu. Köpeğim kendisine ayrılan yere işemektense, evin herhangi bir bölümüne dışkısını bırakmayı tercih ediyor, bu da annemi çileden çıkartıyordu. Bu konuda ikisinin arasında kalmıştım ve var gücümle köpeğe nereye işemesi gerektiğini öğretmeye çalışıyordum. Bir müddet sonra sırf bu yüzden deneysel çalışmalarımı bu alana kaydırıp, sadece bu konuyla ilgili çalışmalarım ve çabalarım olduysa da, başarılı olamadım. Köpek ısrarla eylemine devam ediyordu. Ve bir gün annem otoritesini devreye sokarak köpeğin evden derhal gitmesini emretti. Tüm yalvarmalarım boşunaydı biliyordum ama yine de denedim. Ancak mahallemizdeki kuşçu dükkânının sahibi Osman Amca’nın Çatalca’daki çiftlik evine yaka paça gönderilmesine engel olamadım. Annemle aramızdaki soğuk savaş sürecinin başladığı günlerdi o günler. Sonradan şiddetini zaman zaman sert bir biçimde birbirimize hissettireceğimiz bir savaştı bu. Lise son sınıftaydım ve o günden sonra dersleri boşvermiştim. Okula da gitmiyordum. Bütün günümü odamda, köpeğimden arta kalan anılar ve topladığım bilgilerle geçiriyordum. Müdür, çalıştığı işyerini arayıp devamsızlığımı, böyle giderse okuldan atılma riskimin olduğunu söylediği gün, annem savaşın ilk darbesini almıştı. Onun tüm baskılarına, zorlamalarına rağmen okula gitmemekte devam ettim. Bir süre sonra mevcut verilere yenilerini ekleyerek çalışmalarıma hız verdim. Artık bütün zamanımı köpekler ve onlarla ilgili çalışmalarım alıyordu. Sokaklarda, parklarda gördüğüm bu yaratıkları büyük bir ciddiyetle izliyor, notlar alıyor, evde aldığım notları, kitaplardan okuduklarımla karşılaştırıp, benzerlikleri, karşıtlıkları eşleştirip bir sentez oluşturuyordum. Elimdeki veriler neredeyse bir ansiklopedi olabilecek kadar dökümanla doluydu. Ancak bunlar beni tatmin etmiyor, her geçen gün bir şeylerin eksikliğini duyuyordum. Ne olduğunu çözemediğim bu şey beni rahatsız ediyor, uykularımı kaçırıyordu.
Bu arada aramızda yaşanan savaşta annem de cephesini oluşturmuştu. Okuldan atıldığım gün, “Öğrenimine devam etmek istemiyorsun. Bu durumda bir işe girip çalışmak zorundasın. Evin geçimine katkıda bulunarak, yükümü hafifletmelisin!” diyerek stratejisini uyguladı. Bir işte çalışmaya hiç niyetim olmadığını, böyle bir şey yapmayacağımı söylediğimde tavrım çok netti. Aynı netlikle karşılık geldi, “O halde benden beş kuruş dahi harçlık alamazsın. Ne yaparsan yap ama sakın benden para dilenme.” İkimiz de kartlarımızı açık oynuyorduk. Kaçak güreşmek ne ona, ne de bana göre değildi zaten. Bundan sonra beni daha zor günler bekliyordu. Artık parasızdım. Ama bunu çok fazla dert etmemeye çalışıyordum. Çünkü beni rahatsız eden o bir şeyleri hâlâ çözememiştim; şimdi bununla ilgilenmeliydim. Bir öğleden sonra pencereden dışarıyı seyrederken, bir sokak köpeğinin kaldırımın kenarına işediğini gördüğümde, işte o an sıkıntımın ne olduğunu çözdüm. Onları daha iyi anlayabilmek, tanıyabilmek için bir köpek gibi yaşamalıydım. Evet, bir köpek olarak yaşarsam çok daha elle tutulur bilgiler edinebilirdim. Bir köpeğin patileri arasında tuttuğu kemiği yalarken aldığı damak tadını hissetmek, sokakta, caddede bir ayağını kaldırarak, kimseyi umursamadan işerken takındığı o pervasızca tavrı duyumsamak, dişi bir köpekle çiftleşirken yaşadığı o hazzı almak nasıl bir şeydi?.. Kâğıt üzerinde yazılı çizili bir sürü bilgi vardı. Ama benim için bunları yaşamadıktan sonra bilgi sahibi olmanın hiçbir önemi yoktu. Bütün bunları ancak bir köpek olarak yaşarsam anlayabilirdim. İşte o zaman tam anlamıyla bilgi ve fikir sahibi olabilirdim. Tatminsizliğimin sırrı buydu, kafamda yanıtlayamadığım soruların cevabı bu gerçekte gizliydi. Bir köpek olmalıydım. Bu fikrin beynimde bir şimşek gibi çaktığı o günden sonra –ki Kafka’nın Dönüşümü’nden etkilendiğimi düşünmeyin– Tanrı’ya yalvarmaya başladım. Bir günlüğüne bir köpek olarak soluk alıp vermem için yalvardım. Sadece bir yirmi dört saat. Bu kadarı yeterliydi. Üstelik Tanrı için bu zor olmasa gerekti. Her şeyi yaratan, yaratıcılık dehası olan onun için bu halledilemeyecek bir sorun değildi. Bunu yapabilirdi.
Günlerce Tanrı’ya niteliğine yönelik çeşitli sıfatlar yükleyerek yaptığım –yalakalık da diyebilirim– yakarışlarım bir sabah karşılığını buldu. O sabah gözlerimi açtığımda, kıllı bir beden olarak yatağımda yüzüstü yatar vaziyetteydim. Gözlerime inanamıyordum tamamen bir köpek bedenine sahiptim. Yataktan inip aynanın karşısında kendimi izlemeye başladım. Evet Tanrı varlığını bir kez daha kanıtlamak istercesine tüm maharetini gözlerimin önüne sermişti. Ona ne kadar teşekkür etsem azdı, o yüzden etmedim. Kendimi uzun uzun aynanın karşısında seyrettikten sonra artık sokaklara çıkıp, yaşayıp hissetmek istediğim her şeyi denemeli, bir köpek olarak o günü doya doya yaşamalıydım. Sokak kapısını açmakta epeyce güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim. Bir hayli zorlandıktan sonra kapı kolunu nihayet kavrayıp aşağı doğru patilerimle bastırıp açtığımda içimden “işte bu kadar” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Merdivenlerden inip, dış kapının önüne gelişim kolay olmuştu. Artık sokaklara, caddelere açılmalıydım. Önce kahvaltı yapmalıydım. Bunun için de kendime bir kemik bulmam gerekiyordu. Evimizin bulunduğu sokağın sonu caddeye açılıyordu. Cadde boyunca sıradan esnaf lokantalarının çöplerini karıştırırsam belki bir parça kemik bulabilirdim. Gördüğüm her çöp birikintisini karıştırıp sonunda kendime güzel bir kemik bulmayı başardım. Kemiği patilerimin arasına almakta hiç güçlük çekmedim. Onu her yalayıp kemirişimde damağımdaki tat hiç fena değildi doğrusu. Çok sevdiğim kabak musakkayı yerken duyduğum bir zevkle kemiriyordum kemiği. Üstelik yavaş yavaş bir doygunluk hissi belirmeye başlamıştı.
Bu harika bir öngelişmeydi. Sanırım her şey düşündüğüm gibi devam edecekti. Karnımı doyurduktan sonra kaldırımda ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Beni görünce korkan çocuklar neyse de, sağımdaki solumdaki kimi yetişkinlerin, hele erkeklerin benden ürküp bana bakmamaya özen göstererek yanımdan korkak adımlarla süzülüşleri beni çok eğlendiriyordu. Dört yol ağzına geldiğimde, çişim de gelmişti. Caddenin bu bölümü çişimi yapmak için en uygun yerdi. Bir sürü insanın ve arabanın bulunduğu bu noktada o pervasız tavrı takınarak işeyebilir, bunun da tadını çıkarabilirdim. Ortalığı şöyle bir gözden geçirdikten sonra kaldırıma eşit aralıklarla dikili cılız ağaçlardan bir tanesinin dibini gözüme kestirdim. Kendimden emin adımlarla ağaca yöneldim. Toprak zemine patilerim temas ettiğinde artık yerimi almıştım. Ayağımı kaldırıp çişimi yaparken, etrafa karşı son derece umarsız, dikkatimi yaptığım eyleme verdim. Ancak bir yerde hata yaptığımı hemen fark ettim. Köpekler çişlerini yapmadan evvel koklardı. Bu tamamen onlar için içgüdüsel bir tavırdı. Oysa ben koklama gereği duymadan yapıvermiştim. Fakat bunun üzerinde de çok fazla durmak istemedim. Ne de olsa sadece yirmi dört saatim vardı ve bunu iyi değerlendirmeliydim. Ufak tefek ayrıntıları ertesi gün düşünmesi için insan-ben’e bırakıp parka geçtim. Günün o saatinde pek dolu olmayan parkta, birkaç yaşlı adamla, benden biraz daha irice iki köpekten başka kimse yoktu. Onlara doğru yol aldığım sırada heyecanlıydım. Beni fark ettiklerinde, ben de şimdi onların yanındaydım. Gözlerimiz birbiriyle kesiştiğinde iletişimin ilk adımını da atmış olduk. Şimdi üçümüz birlikte parkta serseri üç genç gibi dolaşıyor, ara ara birimizin durup eşelediği toprağa, diğerlerimiz de dönüp dikkat kesiyor, sonra yine sağlı sollu gezintilerimize devam ediyorduk. Bir ara parkın kapısından içeriye bir gölge gibi süzülerek başka bir köpek daha geldi. Bir dişiydi. Yanımdaki arkadaşlarım onu görür görmez, hemen ona doğru havlayarak koşmaya başladılar. Ben de bir anlık duraksamadan sonra arkalarından koşup yanlarında bitiverdim. Sahip olduğum bilgilerden yola çıkarak köpeklerin çiftleşme zamanın henüz gelmediğini, bunun için daha iki aylık bir süre olduğunu biliyordum.
Dolayısıyla gelen dişi köpeği izleyip onunla sıradan bir arkadaş olmaktan başka çarem yoktu. O günümü akşama kadar bu üç köpeğin peşinde geçirdim. Bütün gün biraradaydık. Zaman zaman çöpleri karıştırıp, yiyecek artıklarını kokluyor, hoşumuza giden yemek çöplerini önce yalıyor, ardından iştahla yiyorduk. Sonra yine parkta yaptığımız gibi serseri gezintilerimize devam ediyor, arada bir tenha bulduğumuz bir köşeye serilip yatıyorduk. Akşamın kendini geceyarısına bıraktığı saatlerde, evimizin iki sokak arkasındaki sokağın en gösterişli evinin bahçe duvarının dibinde ben yorgun ve ürkek adımlarla volta atarken, onlar uykuya çekilmişlerdi. Bense yorgun olmama rağmen bir türlü uyuyamıyordum. Korkuyordum. Bir köpek olarak gecenin o saatinde korkmamam gerektiğini bildiğim halde yine de korkuyor, bundan kendimi alamıyordum. Bir tuhaflık olduğunu sezinliyordum. Sabah koklamadan çişimi yapışımla şu an ki korkum bir köpeğe özgü ruh hali değildi. Bütün gece gözümü kırpmadım. Sabaha karşı gün daha ışımadan arkadaşlarımın yanından ayrılıp evimizin önüne geldim. Birazdan yirmi dört saatim dolacaktı. İnsan bedenime geri döner dönmez önce iyi bir uyku çekmeyi düşünüyordum. Kendime geldikten sonra da oturup bütün gün edindiğim izlenimleri, deneyimlerimi kâğıda aktarırdım nasıl olsa.
Günün ışıkları sokağa yansıyıp ortalık aydınlandığında yirmi dört saatim dolmuştu, artık bedenime geri dönmek için sabırsızlanıyordum. Dönüşümümün bodrumda olması gerekiyordu. Bunu kimse görmemeliydi. Karanlık, rutubet kokulu bu mekânda uzun bir bekleyiş başladı benim için. Yukardan gelen ayak seslerinden, hareketlilikten anladığım kadarıyla artık gün işlev kazanmaya başlamıştı. İnsanlar işlerine, okuluna, ait olmaları gereken yerlere gidip geliyor, bense hâlâ kıllı bir bedenle, köpek homurdanışlarıyla bodrumun en izbe köşesinde bir insana dönüşmeyi bekliyordum. O gün ve bütün geceki bekleyişlerim faydasızdı. Dönüşümüm gerçekleşmiyor, paniğim her geçen dakika biraz daha artıyordu. Ertesi sabah sokağa çıkmaya karar verdim. Acıkmıştım. Yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu. Bir önceki gün yaptığım gibi yine lokantaların çöplüklerini karıştırmaya başladım. Bir kemik ya da yemek artığı ne olursa olsun bir şeyler yemeliydim. İnsan-ben’in de açlığa hiç tahammülü olmadığını düşündüm. Karnımı doyurduktan sonra çişimi yapmak için uygun bir yer bulmaya çalıştım. Önceki gün yaptığım yere yapamazdım. Orası çok kalabalıktı. Dün, farklı bir deneyimin verdiği coşkuyla aldırış etmeksizin yapmıştım ama bugün utanıyordum. Kuytu bir yer seçmeliydim. Bunun için en uygun yer parktı. Oraya doğru hızla yol aldım. Çevreyi şöyle bir taradıktan sonra, parkın bitimindeki duvar dibinin bu iş için uygun olduğuna karar verdim. Eylemime başlamadan önce durup tekrar ortalığı süzdükten sonra nihayet işeyebildim. Rahatlamıştım. Fakat dönüşümün gerçekleşmemesinden dolayı huzursuzdum, yaşadığım birkaç tuhaflıkta kafama takılıyordu. Yolunda gitmeyen bir sürü şey vardı. Neden insan bedenime geri dönemiyordum? Neden bir köpeğin içgüdüsel olarak yaptığı şeyleri ben aynı içgüdülere sahip olarak yapamıyordum? Bütün bunları düşünerek sokaklarda dalgın adımlarla yürüdüm durdum.
Belki birazdan, belki akşam, belki yarın sabah dönüşüm gerçekleşir diye beklerken günler gelip geçiyordu. Her geçen gün biraz daha ümitsizliğe kapılıyor, korkuyordum. Yaşamımın bundan sonraki kısmını bir köpek olarak geçirmek düşüncesi beni korkutuyordu. Köpek olduğum o ilk günkü sevincim, coşkum yerini paniğe ve üzüntüye bırakmıştı. Ancak beklemekten başka çarem yoktu. Aradan iki ay geçtiğini bedenimdeki değişikliklerden anlamıştım. Cinsel organım çiftleşme zamanımın geldiğini hatırlatırcasına pozisyonunu almış beni rahatsız ediyordu. Kendime bir dişi bulup bunu yaşamalıydım. Bu yeni edineceğim tecrübe beni biraz heyecanlandırsa da yine de hayatımdan memnun değildim. Neyse ki kendime bir dişi bulmam güç olmadı. Bir gün evimizin bulunduğu sokakta karşıma çıkıverdi. Yaşadığım bu ilk deneyimim sadece cinsel organımın rahatlayıp eski formuna dönüşmesiyle sonuçlandı. Hiçbir haz vermediği gibi biraz zorlandım da açıkçası. Hatta içimin bulandığını hissettim. Neyse ki çiftleşme dönemleri yılda bir tekrarlanıyordu ve seneye nasıl olsa insan bedenime geri dönerdim.
Ancak köpeğe dönüştüğümden bu yana iki yıl geçti ve artık ümitsizim.
Yaşamım bir köpek olarak sonlanacak. Bir belediye zabıtasının elindeki zehir dolu iğneyi hunharca baldırıma batırmasıyla ya da ölüm nedenim belirsiz, kaldırımın köşesinde bir leş olarak can vereceğim. Ölmek neyse de, çok özlediğim anneme bir daha sımsıkı sarılıp yanaklarından öpemeyeceğim gerçeği beni çıldırtıyor. Annemi, evimizi, arkadaşlarımı çok özledim. Aslında annemi her gün görüyorum. Her sabah ve akşam, sokağın, beni görüp de korkmaması için gizlendiğim köşesinde durup onu izliyorum. Bu arada mahalledekilerin hakkımda çıkarttıkları dedikoduları da duyuyor, annem için çok endişeleniyorum. Söylendiğine göre, “Zavallı kadıncağızın it delisi oğlu, okuldan atıldıktan sonra iyice itlere takmış kafayı, tabii sonunda da taktığı kafayı yiyip evden kaçmış. Kadının onu aramak için yapmadığı kalmamış. Ama nafile. Oğlanın esamesi yokmuş ortada. Şimdi talihsiz kadın sinir tedavisi görüyormuş. Eee kolaymıymış, ne olursan ol, evlat bu, deli meli, ilelebet yürek yanığı bırakmış anacığında.” Bunları duydukça kahroluyorum. Ama yapabileceğim hiçbir şey yok. Elimden bir şey gelmiyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi arka sokakta oturan, bana orada tek sevgi gösteren, artık yiyecekler verip karnımı doyuran o yeşil gözlü kıza da âşık oldum. İnsanken aklım hep köpeklerde olduğu için, kızlarla hiç ilgilenmemiştim. Oysa yakışıklı sayılırdım. Okulda pek çok kızın bana hayran olduğunu arkadaşlarımdan duyar ama umursamazdım. O zamanlar karşı cinse yönelik yaşamadığım duyguları şimdi yaşıyor, Tanrı’ya bir köpeğe dönüşmek için yakardığım günler adına kendime lanetler yağdırıyorum, sanki yeterince lanetlenmemişim gibi. Evet lanetlendim, Tanrı’nın gazabına uğradım. Bu durumumu dünyevi hiçbir sebep açıklayamaz elbette. Yalakalıklarla dolu o yakarışlardan sonra Tanrı’nın bana, “Sana bir değer vererek yeryüzüne gönderdim. Ancak bununla yetinmedin. Verdiğimi beğenmeyip, başka biçimlere özendin. Senin bu yaptığın nankörlüktür ve cezasını çekeceksin!” dediğini duyar gibi oluyorum. Daha da kötüsü bedenim bir köpek bedenine aitken, ruhum hâlâ insan ruhu taşıyor. Üstelik cins bir hayvan değil de, sıradan bir sokak köpeği olmak da gururumu incitiyor.
İki yıldır, Tanrı’nın lanetlediği, bedenen köpek ama ruhen insan ve hatta kendinden farklı bir canlıya âşık bir sokak köpeği olarak soluk alıp vermeye devam ediyorum. Bu arada bunları size kim mi anlatıyor? Tabii ki ruhum. Bense sadece havlıyorum…